COVID-19 Krizi Döneminde Cinsiyet Rollerine Dayalı Eşitsizlik
Doç. Dr. Aylin Demirli Yıldız[1]
Kriz kavramı "Bir bireyin, grubun, örgütün ya da topluluğun normal işlevlerini yerine getirmesini engelleyen ve acil ilgi ve çözüm gerektiren, tolere edilemeyen, sıra dışı, beklenmeyen bir durum ya da ani değişiklik” olarak tanımlanabilir (Colarado State Department of Education, 1990). Sosyal bir varlık olarak insan; yaşamı boyunca ayrılık ve boşanma, iş kaybı, iflas, saldırıya uğrama, aile içi şiddet, tecavüz, trafik kazası, ani hastalık, sakat kalma ve ani ölümler, kişisel kriz deneyim ve dönemlerinin yanı sıra savaş, terör, doğal afetler, büyük çaplı ekonomik afetler gibi toplumsal kriz dönemleri yaşayabilir.
Bu kriz dönemlerinin en belirgin özelliği, daha önceki yaşam deneyimleri sonucu kazanılmış başarılar ve denenmiş çözüm yollarının, önemli yaşam hedeflerine ulaşma ve çeşitli olayların üstesinden gelmede yetersiz kalmasıdır (Sonneck, 1985). Diğer bir ifadeyle, kriz dönemi, bireyin çeşitli durumlar veya yaşam olayları ile karşılaştığında sahip olduğu baş etme becerilerinin yetersiz kalması sonucu ruhsal dengenin sarsıldığı hatta önemli hasar alabildiği bir süreçtir. Öte yandan kriz, patolojik bir durum değildir. Zira, kriz ve kriz dönemleri hiç beklemediğimiz bir anda ve ne yaparsak yapalım asla hazırlıklı ve yeterli olamayacağımız bir şekilde, bütünlük ve süreklilik gibi, varlığımızı yasladığımız temel hayat referanslarımıza inen ani bir darbedir. Bizi geçmişimiz ve geleceğimizden -şiddetine bağlı olarak- belli bir süre için koparan bir zamansızlık halidir.
İçinden geçtiğimiz süreçte, tüm insanlık hiç beklemediğimiz bir anda ne yapsak hazırlıklı olamayacağımız küresel bir kriz sürecine girdik. Bu süreçte, bizi geçmişimiz ve geleceğimizden koparan bir zamansızlık hali yaşadık ve yaşıyoruz. Virüsün bulaşma hızı ve yoğunluğu insanlığı hızlı bir davranış değişikliğine zorluyor; bireylerin yoğun kaygı ve panik yaşamasına neden oluyor. Sadece birkaç gün içinde iş rutinimiz değişti, sosyal yaşam alışkanlıklarımız “yanlış” olarak etiketlendi, okullar kapandı ve tüm gelecek planları belirsizliğe gömüldü. Üstelik tüm dünyada devam eden garip bir “ölüm sayar” takibi yapıyoruz. “Bugün ölü sayısı kaça çıkmış?”, “Kaç kişiye test yapılmış?”, “Kaç kişi enfekte olmuş?” gibi sorular günlük rutinimizin öylesine bir parçası oldu ki zaman içerisinde kanıksar olduk. Bugün geldiğimiz noktada sadece Türkiye’de 2 ay içinde 4500’den fazla can kaybı yaşandı. Oysa biz diğer ülkelerdeki vahim sayılara odaklanarak kendimizi rahatlatmaya çalışıyoruz. Öte yandan her gün gözümüzün önünde uçuşan rakamlar bize zihnimizden ve bilinçli benliğimizden uzaklaştırıp yok saymaya çalıştığımız bir bilgiyi tekrar ediyor: Tehlikedesin!
Bu bilgiyi uzaklaştırmaya çalışmamızın en temel nedeni mevcut baş etme becerilerimizin, rutinlerimizin ve davranış kalıplarımızın günümüzü ve geleceğimizi belirlemede, kendimizi güvenceye almada yetersiz kalıyor olması; oysa bu belirsizlik hali kriz süreçlerinin en temel özelliklerinden birini oluşturuyor. Sonuç olarak, yepyeni bir süreçte uzun soluklu ve düşük yoğunluklu bir krizde yaşamayı öğrenmeye çalışıyoruz. Öte yandan, pek çok araştırma, çeşitli düzeylerde krize maruz kalmanın hem bireylerin hem toplumların psikolojik yapısını uzun vadede önemli ölçüde bozduğunu ortaya koymaktadır (Zeidner, 2006). Diğer bir ifade ile bireylerin fiziksel ve psikolojik bütünlüğünü, mal varlığını ve diğer kendine ait varlıklarını, tanışıklık/aşinalık ve kontrol edebilirlik duygusunu, önemli değerlerini, düşüncelerini, yorumlarını, tutumlarını ve varsayımlarını tehdit etmekte olan doğrudan ve dolaylı tehditler travmatik bireyler ve toplumlar yaratmaktadır. Ayrıca, güncel olarak da deneyimlediğimiz ve gözlemlediğimiz üzere krizlere maruz kalmak kişilerin rutin faaliyetlerinin durmasına da neden olabilmektedir (Zeidner, 2006). Özellikle afetler gibi geniş ölçekli kriz durumları sonucunda ortaya çıkan yaşantılar, kaygı, korku ve endişe algısından, yaşam korkusu ve paniğe hatta normalden patolojiğe, anlaşılabilir olandan anlaşılmaza ve yardımcıdan yıkıcıya geniş bir kapsamda görülebilmektedir (DiGiovanni, 2004). Tüm bunların yanı sıra kızgınlık, reddetme, odaklanma bozukluğu ve uyku bozukluğu hatta depresyon gibi sorunlar da görülebilmektedir. Bunlara, uyku bozuklukları, kendini üzgün hissetme, endişe, kaygı, artan alkol ve sigara tüketimi de eklenebilir (Nandi, Galea, Ahern ve Vlahov, 2005).
Kriz, bireyin sahip olduğu kaynakları ve baş etme mekanizmalarını aşan düzeyde tolere edilemeyen durumlar ve olaylar olarak tanımlanabilir (James ve Gilliland, 2005). Kriz sürecinin sonucunda, psikolojik dengenin var olan baş etme mekanizmaları ile çözülemeyecek düzeyde bozulduğu düşünüldüğünde bireyin psiko-sosyal ve toplumsal özelliklerinin krizin travmaya dönüşüp dönüşmemesinde önemli bir etkiye sahip olduğu söylenebilir (Roberts, 2000). Diğer bir ifade ile, özellikle kırılgan bireyler ve kırılgan toplumsal kesimler açısından süreç çok daha riskli, zorlu ve belirsiz bir hal almaktadır. Oysa, sosyo-ekonomik durum, duygusal desteğin varlığı ve krizin doğası bireyin krizi ne kadar sürede çözümleyeceğini ve düzenli işlevselliğe geri döneceğini belirlemede önemlidir. Ancak, güncel deneyimde görüldüğü üzere kriz dönemlerinde yaşamsal endişelere çoğunlukla sistemin kendi ürettiği yeni zorluklar eklenmektedir; zira kriz dönemleri süreçte tolere edilebilen veya kabullenilmiş olan pek çok semptomun ve sistem zaaflarının daha şiddetli deneyimlenmesine sebep olmaktadır.
Türkiye ve diğer pek çok ülkede kriz döneminde toplumun en kırılgan kesimlerinden birini kadınlar oluşturmaktadır. İşsiz kalma riski yüksek gruplar arasında bulunan kadınlar, salgının yayılmasını engelleyici tedbirler neticesinde hane içi işler bakımından da en fazla ek yüke maruz kalan kesimi oluşturmaktadır (Alon vd., 2020). Okulların kapatılması (dünya genelinde okula gidemeyen çocuk sayısı %87) ile tam zamanlı öğretmen-ebeveyn rolünün ortaya çıkması, uyulması gereken hijyen standartlarının yükseltilmesi, evde hasta ya da bakım ihtiyacı olan bireylerin bulunma riskinin artması, evin dışından ev işleri için hizmet alımının durdurulması, kadınların iş yerlerinde (ücretli-ücretsiz) çalışma saatleri, işten atılmalar, ücretsiz izin ya da ücretlerin tam ödenmemesi, düşen ev geliri, ev işi yükünün orantısız biçimde kadınların aleyhine artması ve evden çalışma gerekliliği sonucu ev içi roller ile çalışma yaşamının gerekliliklerinin çakışması gibi pek çok zorluğun kriz döneminin yükünün kadınlar açısından katlanarak deneyimlenmesine sebep olduğu görülüyor. Birleşmiş̧ Milletler de (BM) salgın sonrası yayımladığı raporlarda salgının gelişmekte olan ülkelerdeki kadın ve kız çocuklarının ev içi yüklerini arttırdığını vurgulamaktadır (BM, 2020). Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet rollerine dayalı yükler sadece Türkiye’de değil neredeyse tüm dünyada hayatın eve sıkıştığı bu kriz döneminde kadınların iş yaşamına dair rollerini devam ettirmede zorlanmasına sebep olmaktadır.
Kısacası, salgın döneminde kadınların ev içi yükündeki önemli artışın yanı sıra çalışan kadınlar açısından önemli bir rol karmaşası ortaya çıkmış görünmektedir. Buna ilişkin öncü çalışmalarında Utoft (2020) ve Shurchkov (2020) akademisyenlerin iş yükünü incelemişlerdir. Bulguları, yalnız yaşayan ve çocuğu olmayan kadın akademisyenler ve erkek akademisyenlerin salgın döneminde eve kapanma sürecinde yayınlarında artış olduğunu; öte yandan evli ve çocuğu olan kadın akademisyenlerin “ev ve iş dengesini kurma” zorluğunun artması nedeni ile derslerini devam ettirmede güçlük yaşadığını ve yayınlarında önemli bir azalma olduğunu ortaya koymaktadır. Benzer bir bulguyu Florida Üniversitesinde görev yapan kadın akademisyenler “the unsuccessful application of behaviour analysis to balancing work, homeschooling, and parenting during the COVID-19 Global pandemic” (Küresel COVID-19 salgını döneminde iş, evde okul ve ebeveynliğin dengesini kurma denemesinin başarısız davranış analizi) isimli ironi içeren makalelerinde görmek mümkündür. “Akademik annelerin güncesi” ismi ile yayınladıkları çalışmada kadın akademisyenler olarak üstlendikleri ev içi rollerin yükünü akademik üretimde ortaya çıkardığı engelleri son derece renkli bir dil kullanarak ele almış ve bildiri olarak yayınlamışlardır. Sadece akademik yayınlar değil pek çok popüler yayın ve popüler figür de sosyal medya paylaşımları ve gazete yazıları gibi farklı mecralarda salgın dönemin gündelik yaşamlarında toplumsal cinsiyet temelli yüklerin yol açtığı rol karmaşaları sonucunda yaşadıkları zorluğu ifade eden yazılar kaleme almış durumdadır. (bknz. Nagehan Alçı, “Evde Hayat Nasıl Geçiyor? 29/03/2020, Habertürk https://www.haberturk.com/yazarlar/nagehan-alci/2628051-evde-hayat-nasil-geciyor).
İçinden geçtiğimiz salgın döneminde, tüm bu ev içi yük ve sorumluluklardaki artış ve karmaşanın ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Zira, ataerkil ağ̆ içerisinde varoluşu genelde ev içi alanda tanımlanmış olan kadınların, ağırlıklı rolleri de genelde ev içi yaşama dairdir. Bu rollerin başlıcaları ise ‘annelik ve karılık’tır. Üstelik, bu roller bir kadının neredeyse tüm yaşamı boyunca devam eder. Çalışan bir kadın bile toplumda daha çok yaptığı işle değil, yukarıda sayılan rollerine bağlı göre konumlandırılır (Mason, 2013). Haliyle, kadınların çalışma hayatında az yer almalarında en önemli neden ev işleri/bakım hizmetlerinin başat görevleri olarak hem toplum tarafından hem de kendileri açısından içselleştirilmiş olmasıdır. Bu içselleştirilmiş görev dağılımı sonucunda erkeklerin yüzde 0,83’ü için ev işleri/bakım hizmetleri haftada 30 saatten az çalışmalarının nedenlerinden biri olurken bu neden kadınların yüzde 44,4’ü için işgücü dışında kalmanın gerekçelerinden birini oluşturmaktadır.
Özellikle 1960’lı yıllarda yükselen feminist hareket ile birlikte kadın ve kadınlığın doğası üzerine yapılan çalışmalar bu içselleştirilmiş ve sistematik hale gelmiş rol dağılımının kadın-erkek eşitsizliği, kadınların nasıl ezildiği ve onları ezen ataerkil sistemin nasıl bir olgu olduğu; ataerkilliğin kadınlar üzerinde kurduğu tahakküm ve bu tahakkümün nasıl işlediğini ele almaktadır. Oysa, ataerkillik, sadece ‘sistem’ kavramıyla açıklanabilecek bir gerçek değildir. Sistem kavramı, işleyen bir süreci ve düzeni tanımlar. Oysa, ataerkillik sistem-üstü bir olgudur, daha çok bir yapı veya yapılanmadır. Kandiyoti bu içselleştirilmiş eşitsiz görev dağılımını oluşturan yapıyı (1997) ‘ataerkil pazarlıklar’ kavramı ile oluşan bir olgu olarak açıklamaktadır. Kandiyoti, bu terimle iki cinsiyet arasında geçen, her ikisinin de rıza gösterdiği ama bunun yanında zaman içerisinde değişebilen, karşı koyulabilen ve yeniden tanımlanabilen bir ilişki ağına dikkat çekmektedir. Bu pazarlıkların niteliği toplumdan topluma farklılık göstermekle birlikte, kadınların aktif veya pasif direnişlerinin hem niteliğini hem de biçimini etkilemektedir. Üstelik Ataerkil düzen birebir erkeklerin yarattığı düzen değildir, modern öncesi kökleri de sağlamdır ancak kapitalizm ile güçlenmiş̧ bir yapıya sahiptir. Ataerkil yapılanma ve ataerkil pazarlıklar kapitalizmden önce var olmakla birlikte kapitalizmin gelişimiyle onunla eklemlenerek, yeni bir şekle bürünmüştür. Dolayısıyla bugün, kapitalizmden bağımsız olarak ataerkilliği ele almak mümkün değildir. İş bölümünün kadın aleyhine kurulduğu, kamusal alandan dışlanmış̧ ya da kamusal alanda varlığı sınırlandırılmış̧ bir yapıda kadınlar ancak var olana eklemlenerek yaşam alanı kurmaktadır (Yavuz, 2015).
Dahası kapitalizmin talepkar varoluşu kadın hareketinin güçlenmesi ve değişen ebeveynlik rolleri ile birlikte erkekler açısından da zorlayıcı olabilmektedir. Connell’a (1998) göre, erkek olmanın bazı ağır bedellerini ödeyen(!) çoğu kişi, memnun olmasa bile toplumun beklentileri doğrultusunda erkeklere ait davranış̧ kalıplarını benimsemek zorunda kalmaktadır. Değişime zorlanan ataerkil yapı bir yandan erkekler için ev ve çocuk bakımının yükünü paylaşmayı öncelerken süregiden kapitalist sistem sadece işe odaklanmayı ve iş yaşamında en yüksek verimi ve üretimi öncelemektedir. Bu açmaz erkekler açısından da kadınlar ile aynı düzeyde olmamakla beraber ev içi görevler ile profesyonel yaşamın gerekleri arasında denge kurmayı zorlayıcı bir noktaya gelmeye başlamış görünmektedir (Stadnyk, & Black, 2020).
Son söz olarak, kadınlar bakımından ev işleri ve evde çocuk ve/veya yaşlı bakım hizmetlerini onların asli varoluşsal parçası/öğesi olarak gören ataerkil sistem hem onların işgücüne katılımlarını engelleyen hem de kriz dönemlerinde ekonomik, psikolojik ve sosyal açıdan kırılgan olmalarına yol açan en önemli sebep olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan erkeklerin de kapitalizmin talep ettiği sadece iş yükü odaklı yaşamın ürettiği çelişkilerin yükü altında gün geçtikçe daha fazla zorlandığı görülmektedir (Stadnyk, & Black, 2020). Dahası, salgın döneminin özgün ve uzun süreli davranış değişimi talep eden yapısı ile beraber içinde olduğumuz salgın dönemi toplumsal değişimi zorlayacak yeni bir dönemin tetikleyicisi olmuş görünüyor. Zira, sadece kişisel alanda değil, toplumsal ve siyasal alanda da zaten doğru olmayan eski doğrular geniş toplum kesimleri için hayatı felç ediyor ve sistemin açıkça sorgulanmasının önünü açıyor. Türkiye gibi pek çok ülkenin henüz özellikle emekçinin ve işsizlerin geleceğiyle ilgili kapsamlı bir plan ortaya koyamadığı gerçeğine ek olarak kadınları da içeren tüm kırılgan dezavantajlı gruplara yönelik ayrımcılığın görünürlüğünün artması ile sistemin tüm yönleriyle ağır şekilde sorgulanacağı bir iklim şekillendiği göze çarpıyor. Önümüzdeki dönemde bildiğimiz ve alıştığımız dünyanın pek çok açıdan değişeceği mutlak görülüyor ama değişimin yönü kadınların aktif veya pasif direnişlerinin (bknz. #erkekyerinibilsin tweeter hareketi) hem niteliği hem de biçimi ve yoğunluğu ile belirlenecektir.
Kaynaklar
Connell R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Toplum, Kişi ve Cinsel İktidar, (çev. Cem Soydemir). Ayrıntı Yayınevi: İstanbul.
Colarado State Department Of Education (1990): Be Aware Be Prepared. Guidelines for Crises Response: Planning for School/Communities. Denver. CO.
DiGiovanni, C. (2004). The spectrum of human reactions to terrorist attacks with weapons of mass destruction: Early management considerations. Prehospital and Disaster Medicine, 18(3), 253-257.
Fox, C. W. (2020). The representation of women as authors of submission to ecology journals during the COVID-19 pandemic. Functional Ecology. doi: https://doi.org/10.1101/2020.05.29.123455
Greely, H. T. (2020). Pandemic Fairness and Academia. https://www-cdn.law.stanford.edu/wp-content/uploads/2020/05/lsaa030.pdf
James, R. K., & Gilliland, B. E. (2005). Crisis intervention strategies. Belmont, CA: Thomson.
Kandiyoti, D. (1997). Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler. İstanbul: Metis Yayınları.
Mason, M. A., Wolfinger, N. H., & Goulden, M. (2013). Do babies matter? Gender and family in the ivory tower. Rutgers University Press.
Nandi, A., Galea, S., Ahern, J., & Vlahov, D. (2005). Probable cigarette dependence, PTSD, and depression after an urban disaster: Results from a population survey of New York City residents 4 months after September 11, 2001. Psychiatry, 68 (4), 299-310.
Shurchkov, O. (2020). Is COVID-19 turning back the clock on gender equality in academia? https://medium.com/@olga.shurchkov/is-covid-19-turning-back-the-clock-on-gender-equality-in-academia-70c00d6b8ba1
Sonneck, G. (1985) Krisenintervention und Suisidverdhutung. Facultasverlag. Wien.
Stadnyk, T. & Black, K. (2020). Lost ground, Female academics face an uphill battle in post-pandemic World. Hydrological Processes Early View https://doi.org/10.1002/hyp.13803
Utoft, E. H. (2020). ‘All the single ladies’ as the ideal academic in times of COVID-19? Doi:10.1111/gwao.12478
Viglione, G. 2020. (2020). Are women publishing less during the pandemic? Here’s what the data say. Nature 581, 365-366.
Yavuz, Ş. (2015). “Ataerkil egemen erkeklik değerlerinin üretiminde kadınların rolü: Trabzon örneği” Fe Dergi 7(1) , 117-130.
Zeidner, M. (2006). Gender group differences in coping with chronic terror: The Israeli scene. Sex Roles, 54(3), 297- 310.