eleştirel pedagoji

Journal of Critical Pedagogy
ISSN: 2822-4698
                                                                       

  • https://www.facebook.com/elestirelpedagojidergisi
  • https://www.twitter.com/elestirelpedagoji

65 İrfan Mukul

Kanal  İstanbul Projesi: Coğrafyanın Sefaleti

 Yrd. Doç. Dr.İrfan Mukul

 

Bir bilimsel disiplin olarak coğrafya, yeryüzündeki yaşamın çeşitliliğine dair evrensel bir anlayışı amaç edindiği halde, bu çeşitlilik çoğu kez dar bakışlı perspektifler olarak kendini var etmiştir. Çoğunlukla özel ilgi odaklarının eline düşmüştür. Örneğin coğrafi malümat korkuları ve düşmanlığı besleyecek bir şekilde sunulabilir (bu açıdan kartoğrafinin kötüye kullanılması özellikle dikkate değerdir). Coğrafyanın gerçeklerinin doğanın gerçekleri olarak sunularak, emperyalizm, neokolonyalizm, yayılmacılık ve egemenlik adına kurulan jeopolitik stratejiler haklı gösterilmiştir.[1] Oysa coğrafi bilgiler insani amaçlar uğruna kullanılabilinir, doğal ve insani kaynakların akıl dışı kullanımından kaynaklanan endişeler kolaylıkla bertaraf edilebilir.

Bununla birlikte Türkiye’de Kanal İstanbul Projesi’nin gündeme gelmesi ile ortaya çıkan tablo,tam olarak bizlere coğrafi bilginin akıl dışı kullanımını göstermektedir.Kanal İstanbul’un neredeyse bütün süreçleri -proje, yapım ve uygulama olarak- doğa bilimlerinin konusu olmakla beraber, yine projeye ait tüm süreçleri içerecek şekilde sosyal bilimlerin de konusudur. O halde proje sadece coğrafya biliminin değil üniversitelerin neredeyse bütün bilimsel disiplinlerinin tamamının konusudur. Başka bir ifadeyle, projeyle öngörülen hem ekonomik boyut hem çevre ve mekansal boyut ile bunların beşeri (insansal) yansımalarıyla birlikte oluşturacağı kapsam, bütün bilimlerin müdahil olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Oysa akademik anlamda sürece müdahil olma sınırlı bir sayıda Çevre Etki Değerlendirme(ÇED) raporu hazırlıklarına katılan bilim insanlarının varlığı ile az da olsa çeşitli şekillerle ÇED raporuna itiraz eden bilim insanlarının varlığı şeklinde olmuştur. Bu sığ müdahil olma hali sonuç olarak coğrafi malümatın korkuları ve düşmanlıklarıbeslecek bir şekilde sunulmasına yol açmış görünmektedir.

Öte yandan Türkiye’de üniversitelerin ve akademik çevrenin bilimsellikten uzaklaştığını görünür kılan şey, Kanal İstanbul Projesi’nin ÇED raporu ile ortaya çıkan sonuçlarınınve buradan hareketle yapılan yorumların bilimsel olup olmadığının yanında, bu sonuçlara yeteri kadar olumlu ya da olumsuz değerlendirmenin yapılmamasıdır. Söz gelimi ülkenin yakın zamanlarda yaşadığı hukuk skandallarına karşı,ülkenin Hukuk Fakülteleri’nin ses çıkarmaması gibi.Burada dikkat çekmek istediğim, Kanal İstanbul Projesi’ne yönelik ülkenin Fen-Edebiyat ve Mühendislik Fakülteleri’nden herhangibir açıklama yapılmamasıdır. Gelgelelim akademi camiasındaki sorun bununla sınırlı kalmamaktadır. Projeye eleştiri getirmeye çalışan bilim insanları,indirgemeci bir tutum sergileyerek, kendi bilimsel disiplinlerine ait bulgular üzerinden genellemelere girmekte;bu tutumları konuyu sığ bir bakış açısına mahkum etmektedir.

Kanal İstanbul Proje’sinin ÇED raporunun hazırlanmasında çalıştığı ifade edilen ikiyüz bilim insanının elde ettiği ve kamuoyuyla paylaştığı bilgi ve bulguların eksik, yetersiz ya da bilimsellikten uzak olması düşünülemez. Eğer öyleyse, - ÇED incelendiğinde buradaki bilgi ve bulguların eksik, hatalı ve yetersiz olduğu görülüyor- orada bilimsellikten söz edilemez. Akademik anlamda asıl tehlikeli olan, ÇED raporunun bilim dışı değerlendirmeler içerdiğinin bilinen ve görülen bir durum olmasına rağmen pek de ses çıkarılmamasıdır. Aslında Kanal İstanbul Projesi bizlere göstermektedir ki;bu proje yalnızca doğal, kentsel ve çevresel bir yıkımı kapsamamaktadır. Bununla birlikte toplumun bilimden ne kadar uzaklaştığını da göz önüne sermektedir. Bu boyutuyla da yaşanılan durum toplumumuz için Kanal İstanbul’un etkilerinden daha tehlikelidir. Akademinin durumunu bir turnusol kağıdı görevi görerek net bir şekilde ortaya koyan bu süreci, bir öykü ile pekiştirmeye çalışabiliriz. Öykü, Kanal İstanbul Projesi kapsamında olumlu-olumsuz açıklamada bulunan bilim insanlarının durumunu ironik bir şekilde ortaya koymaktadır.

“Ülkenin birinde, içinde hep körlerin yaşadığı bir köy varmış. Günlerden bir gün, savaşa giden bir hükümdar, bu şehrin yakınlarında konaklamış. Hükümdarın yanında düşmanlarına korku versin diye savaşa götürdüğü koca bir de fili varmış. O cıvarlarda daha önce kimse ne fil görmüş, ne de duymuş. Hükümdarın yanında eşi benzeri görülmemiş kocaman bir hayvan bulunduğu haberi yayılınca, körler şehri halkı: ‘Bu fil denen şey neyin nesidir?’ diye meraka düşmüş.Toplanıp en akıllılarından üç kör seçmişler. Gidip fil denilen hayvanın nasıl bir şey olduğunu öğrenip kendilerine anlatmakla görevlendirmişler. Körler filin yanına varmışlar. Fili el yordamıyla incelemeye başlamışlar. Tabi herkes filin neresine rastladıysa orasını inceleyebilmiş. Geriye döndüklerinde şehir halkını toplanmış merakla bekler bulmuşlar. Filin hortumunu tutmuş olan birinci kör, ‘fil dedikleri uzun, yumuşak, içi boru gibi boş, hava püskürten son derece güçlü bir yaratık,’ diye açıklamış. Filin bacağını bulup inceleyen ikinci kör ise, ‘fil çok kalın, çok sert, silindir şeklinde, sütuna benzeyen bir hayvandır, ’ diye bildirmiş.Kulağı tutmuş olan üçüncü kör ise şaşıp kafasını kaşımış: ‘hiç bile değil,’ demiş, ‘fil, acayip şekilde yassı ve geniş, halı gibi hayvan, fakat çok kalın kaba yapıdadır.’ diyerek bulguları özetlemiş.”[2]

Sadece öyküden hareketle bakıldığında Kanal İstanbul Projesi’ni inceleyen vekendi bilim dalına ait bulguları açıklayan her bilim insanı hem haklı -burada ÇED raporunu hazırlayan bilim insanları bu değerlendirmenin dışında tutulmuştur- ancak sadece kendi bulgularını ön plana çıkarttıkları ve sadece ona göre değerlendirme yaptıkları için hem de haksızdır. Oysa sadece buldukları bulguları yani parçaları genelleyerekya da diğer bulgularla birleştirip bütüne yaklaştıkları ya da bütünü buldukları oranda gerçeğe yaklaşıp, haklı olabilirler. Başka bir ifadeyle bütün hakkında fikir sahibi olmadan parçaları ayrı ayrı incelemek yetersiz kalır. Bütünsellik olaylara ve olgulara bakarken, ilişkilerin tümünün hesaba katılmasını içerir.Konumuz özelinde, Kanal İstanbul Projesi’ne bütünsellik anlayışı içinde bakıldığında, bu bakış açısıtüm doğal ve beşeri süreçleri bütünlüklü olarak kavramamıza olanak tanır. Parçaya bütünden bağımsız ontolojik bir değer atfetmek sorunludur. Parça ancak bir bütünün parçası olarak düşünülebilir ve dolayısıyla vardır.Bütün de parçalardan oluşmuş bir bütün olarak düşünülebilir. Tıpkı neden sonuç, kavram nesne ilişkisinde olduğu gibi…

Tıpkı öyküdeki körlerin fil’e ait değerlendirmeleri gibi, akademik caimanın Kanal İstanbul’a ait değerlendirmelerine bakabiliriz. Kamuoyunda “Nuh Peygamberle cep telofonuyla konuşan akademisyen” olarak tanınan Yavuz Örnek Kanal İstanbul için şöyle diyor: ”… Bu ülkeye döviz kazandıracak. Mutlaka yabancılara satış yapılacak. Ülkemin geleceği için faydalı olacağına inandığım bir projedir. Orada bir şehir kurulmasına sıcak bakıyorum. ‘Orada kaç milyon metrekarelik toprak alan sulandırılacak. Bizim toprağa ihtiyacımız var’ diyeceksiniz. O da doğru. Ama 8 milyon nüfuslu muhteşem bir şehrin kurulmasına sıcak bakıyorum”. Eski başbakanlardan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ise şöyle ifade ediyor: “…Düşman bir güç kanal üzerindeki köprüyü ihmal ettiğinde ya da deprem durumunda İstanbul’un nasıl korunacağı konusunda çalışma talimatı vermiştim. Şimdi aynı kaygıyı taşıyorum”. Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Hallaçoğluşöyle ifade ediyor:“…Kanal İstanbul’un Montrö’yle ilgisi var mı? Aslında yok. Fakat Montrö’ye göre, Boğazdan geçecek gemileri zorla kanaldan geçmeye zorlayamazsınız. Adamlar isterlerse kanaldan geçmek istemez ve boğazdan geçer. Montrö bunu sağlıyor. Buna mani olamazsınız”. Aynı zamandaeski bir akademisyen olan İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşenerise projeye dair görüşlerini şu şekilde ifade ediyor: “Yeşil alan yapılırsa ve rant olmazsa projeye evet derim. Türkiye’ye yönelik herhangi bir projeye kategorik olarak karşı değiliz”.

Yukarıdaki dört akademisyenin sözlerinden; Montrö, rant, savaş, para ve deprem kaygıları giderilirse, projeyi destekleyebilecekleri anlamını çıkartmak pekala mümkün. Oysa proje bir bütün olarak daha çok şey ifade ediyor. Öte yandan proje ile ilgili akademik bir suskunluğun yaşandığı bir ortamda az da olsa konuyla ilgili eleştirel bir tutum içinde olan akademisyenlerin varlığından söz etmek mümkündür. Alanında dünyanın önemli bilim insanlarından biri olan Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Küçükçekmece Yarımburgaz Mağraları’nın dünya arkeoloji litaratürüne girmesinde önemli katkıları olan ve Avrupa Bilim Akademisi üyesibir akademisyen. Özdoğan, Kanal İstanbul’un sular altında bırakacağı Yarımburgaz Mağaraları’nı kastederek şöyle ifade etmektedir:”Gelecek nesillere ne cevap vereceğiz? Burayı yok etmek sadece mağaraları değil insanlık, uygarlık tarihini de yok etmektir”.

Öte yandan 10 Ocak 2020 tarihinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenenKanal İstanbul Çalıştayı yapıldı.Katılımcı akademisyen ve çeşitli demokratik kitle örgütleri mensuplarının tamamı, proje karşıtı görüşlerini bilimsel bulgu ve belgelere dayandırarak açıklamaya çalıştılar. Dinleyiciler arasında yer aldığım çalıştayda takip edebildiğim akademisyenlerin proje ile ilgili görüşleri şöyle: Marmara Deniz’i üzerine gerçekleştirdiği çalışmalarıyla bilinen İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Bölümü’nden Doç. Dr. Aksen Yüksek, ÇED raporu’ndasunulan verilerin hatalı olduğunu ifade ettiği konuşmasına,proje ile Marmara Denizi’nde azot, fosfat ve organik madde girişinin artacağını söyleyerek devam etti. Bununla birlikte1990 yılından beri çıktılarını aldıkları Marmara Denizi’nin eşsiz ve benzersiz olduğunu, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan gelen akıntı sistemlerinin Marmara’da oksijeni arttırarak üretkenliği arttırdığını ancak yapılacak kanalın özellikle “yeni kent” ve Karadeniz’den gelecek organik atıklar ile Marmara’nın hassas dengesini olumsuz yönde etkileyeceğini ifade etti.

Hacettepe Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Cemal Saydam ise, Marmara Denizi’ni 12500 yıl önce doğuştan astımlı olarak doğmuş bir deniz olarak tanımlayıp, yapılacak olan kanalın yüzde 100 oranda organik madde girişini arttıracağını ve Marmara’da oksijenin biteceğini, ortalığı  çürük yumurta kokusunun kaplayacağını ifade etti. Yakın Doğu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Derin Orhon, kanaldan petrol tankerlerinin geçemeyeceğini ancak askeri gemilerin geçebileceğini, bununla birlikte, nitrat ve fosfat girişinin artması sebebiyle, İstanbul’un mevcut arıtma tesislerinin çalışmasının anlamsız olacağını bu tesislerin kapatılması gerektiğini aktardı. Bunun yanında Karadeniz kıyısında 38 km lik bantta oluşturulacak kıyı dolgusunun gevşek olması sebebiyle, kanalla birlikte bu dolgu malzemesinin Marmara’ya akacağını, tarım alanlarını ve yeraltı suyunu tuzlandıracağını, dip taraması ile atılacak 600 milyon metreküp toprağın oluşturduğu organik malzemeninMarmara’ya yayılarak oksijensiz bölgeleri arttıracağını aktardı. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Doğanay Tolunay ise,proje alanında 400 bin ağaç kesileceğini ve 460 hektar ormanlık alanının yok olacağını söylediği konuşmasında kanalın neden olduğu arazi kullanım değişikliğinin 700 bin ton karbondioksit eşdeğeri salınıma neden olacağını, bunun yanında yapılan değerlendirmelere göre mevcut iklim krizinin İstanbul’da yüzde 30 su kaybına yol açacağı hesaplanırken projenin yarattığı söz konusu karbon salınımı ile su kaybı oranlarının çok daha yukarı seviyelere çıkacağını söyledi.

İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Prof. Dr. Azime Tezer, İstanbul’un biyolojik çeşitlilik anlamında Türkiye’nin küçük bir modeli olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasına, İstanbul’daki biyolojik çeşitliliği belirli ülkelerle karşılaştırmalı olarak sunarak devam etti. Bu anlamda İstanbul2500 biyolojik çeşitliliğe sahipken;bu sayının Polonya’da 2540, Hollanda’da 1600 ve İngiltere’de 1850 olduğunu söyledi.İstanbul’da 8-9 farklı ekosistemin var olduğunu, kanal projesiyle bu ekosistemlerin zarar göreceğini, buna bağlı olarak türlerin yok olmasının önünün açılacağını, oysa bir tür kaybolduğunda aslında bir genetik yapının kaybedildiğini ifade etti. Bunun yanı sıra sağlıklı ekosistemlerin küresel iklim değişikliğini % 40 yakın bir oranında düzelttiğini de ilave ederek, Kanal İstanbul’un küresel iklim değişikliğini tetikleyen ve hatta arttıran bir yanının olduğunu da ima etmiş oldu. Yer bilimci ve deprem uzmanı Prof. Dr. Naci Görür ise, Kanal İstanbul Projesi’nin Marmara Bölgesi’nin coğrafik, ekolojik ve jeolojik olarak en hassas ve korunması gereken bölgesinde hayata geçirilmek isteniyor olmasına eleştiri getirdi. Küçükçekmece Gölü’nü yok etme pahasına bir kazı yapıldığı zaman, sadece Küçükçekmece’de değil, Avcılar’a kadar geniş bir bölgede büyük bir heyalanın yaşanmasının engellenemeyeceğini belirtti. Marmara’da yaşanacak 7.6 büyüklüğündeki bir depremden, Kuzey Anadolu Fay Hattı’na 10-12 km mesafede bulunan kanal bölgesinin minimum 10 şiddetinde etkileneceğini, Küçükçekmece Gölü içinde gölün güneyinden geçen Kuzey Anadolu Fay’ından bağımsız irili ufaklı fayların varlığının bu bölgedeki riski arttırdığını oysa deprem bölgelerinde yapılması gereken en önemli şeyin riski arttırmamak olduğunu öte yandan bölgenin yeni yerleşimlere açılmasının da olası bir depremde can ve mal kayıplarının artmasına neden olacağını ifade etti.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi’nden Hüseyin Tarık Şengül,Kanal Projesi’nin bir Amerikan projesi olduğunu, 2000’lerin başında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) 600 plancı ile gerçekleştirdiği İstanbul Nazım Planı dikkate alınmayarak, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) Michigan Üniversitesi Planlama bölümünde 2007-2010 arasında yüksek lisans çalışmalarının bir ürünü olan Kanal İstanbul Projesi’nin tercih edildiğini ifade etti.  Ayrıca İBB’nin Konut AŞ. Şirketi’nin sponsorluğunda ABD’de  yaptırılan bir çalışma raporunda; hava limanı, köprü, tünel ve kanal gibi büyük  projelerin yapımının salık verildiğinin, sanayileşmenin terk edilmesi gerektiğinin, ancak büyük ölçekli projelerin milli geliri arttırıcı olabileceğinin ifade edildiğini aktarmıştır. Hatta bu raporlarda İstanbul’un kuzeyine yeni bir İstanbul kurulmasının önerildiğini de ifade etti.

Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. İclal Dinçer “Mekan ne söylüyor?” “Doğal ve kültürel miras korunabilir mi?” sorularıyla başladığı konuşmasını, yeni kent yaratılarak yeni hava limanının garanti altına alınmasının planlandığını ifade ederek sürdürdü. Bu proje ile doğal ve kültürel mirasın korunmasının mümkün olmadığını örneklerle ortaya koydu. Benzer bir girizgahtan hareket ettiği sunumunda Arkeologlar Derneği’nden Yiğit Ozar ise,proje alanında yer alan 24 kültür varlığının ÇED’da taşınabilir olmasından bahsedilmesinin talihsizlik olduğunu ifade etti. Bunun yanında kültür varlıklarının nesneleştirilmeden coğrafi mekansal ve coğrafi özellikleri ile algılanması gerektiğini söyledi. Somut örnekler üzerinden devam ettiği konuşmasında, Küçükçekmece Gölü’nün kuzey kesimlerinde yer alan Yarımburgaz Mağaraları’nın; prohistorik dönemlerde, kimi araştırmalara göre yaklaşık 400 kimilerine göre 600 milyon yıl önce,  insanın atalarının Afrika’dan çıkış ve Anadolu üzerinden Avrupa’ya geçişinde kullanılmış olduğunun düşünüldüğünü aktardı. Öte yandan dünyada son yıllarda bulunan önemli antik kentlerden biri olan Bathonea Antik Kenti’nin, Yarımburgaz Mağaraları gibi, Küçükçekmece Gölü Havzası içinde yer aldığı ve bu kentin liman yolu, iskelesi ve rıhtım kalıntılarıyla  kanal suları altında kalabileceğini ifade etti.

Gelgelelim Kanal İstanbul Projesi kamu yararı içermemekte, uzman katılımını hiçe sayıp, fauna ve flora’nın korunmalarının yanında temel insan haklarını da ihlal etmektedir. Bununla sınırlı kalmayıp dünyada yeniden üretimle sürdürülebilir şekilde üretim yapılamamasına koşut olarak proje alanında yaşayan insan topluluklarını mülksüzleştirerek, “mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikimi”ne yol açmakta, böylece şiddetten ve tahribattan daha uzak yollarla sermayenin yeniden üretiminin gerçekleşemediğini göstermektedir. ÇED raporunda belirtildiği üzere Düzenleme Ortaklık Payı adı altında yapılacak uygulamayla yöre halkının elinden arazilerin % 45’i bedelsiz alınacak ve araziler el değiştirecektir[3] (“mülksüzleştirme yoluyla birikim” tam olarak bunu ifade etmektedir).Bunlar bize projenin sermaye (sistem) odaklı bir proje olduğunu göstermektedir.

Öte yandan bütünsel bir bakış açısıyla Kanal İstanbul Projesi’ne bakıldığında, oluşacak yeni kentle birlikte üçüncü hava limanı ve üçüncü boğaz köprüsü ile birlikte entegre bir proje olduğu anlaşılmaktadır. Böyle olduğu içinde aynı zamanda Kanal İstanbul Projesi, uluslararası finans şirketlerinin av sahasına dönüşerek sermayenin (sistemin) entegre bir parçası olması dışında,  sermayenin kendisi olacaktır. Böylece Türkiye coğrafyasında itibarını kaybetmeye yüz tutmuş “siyasal islamın” temsilcilerine can suyu verilmiş olacaktır. Ve bu coğrafya uzak coğrafyalardan gelen insanların mekanlarına, emlak bürolarına, inşaat şirketlerinin at koşturduğu alanlara dönüşmüş olacaktır. Kaybedenler ise yıllardır burada yaşayan, geçimlerini çoğunlukla tarım ve hayvancılık yaparak sağlayan insanlar ile İstanbul halkı olacaktır. Topraklarından, evlerinden, doğalarından ve kültürlerinden vazgeçmek zorunda kalan bu insanlar mülksüzleştirilmiş olarak başka coğrafyalarda varlıklarını sürdürmek zorunda kalacaklardır.Kanal İstanbul Projesi,Türkiye’de daha önce bir çok örnekte yaşandığı gibi, geniş halk kesimlerinin kullanımında olan mülkler ve kamusal alanların, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenerek kurgulandığı sermaye birikimi sağlama projesidir. Yapılan işin adı David Harvey’in kavramlaştırmasıyla “mülksüzleştirme yoluyla birikim”dir.[4]

Bilimsel düşüncenin temel ön şartlarından biri anlamak ve ifade etmek istediğimiz gerçekliği yeterince yansıtan doğru soyutlamalar yapma yeteneğidir. Bir nesnenin somutluğu, altta yatan kendi yasalarıyla belirlenen kendi veçhelerinin ve karşılıklı iç ilişkilerinin toplamından oluşur. Bilimin görevi bu yasaları açığa çıkarmak ve bu somut gerçekliğe mümkün olduğunca yaklaşmaktır. Başka bir ifadeyle bilmenin bütün amacı, nesnel dünyayı, onun altında yatan bütün ilişkileri mümkün olduğunca açık bir biçimde yansıtmak ve ona göre tedbirler almak olmalıdır.Sonuç olarak bilgi ya da bilimin kendisi bir nesnellik olarak var olmak zorunluluğundadır. Gelgelelim yukarıda açıklamaya çalıştığımız bütün ve  parçaları arasındaki diyalektik bakış açısına göre; içinde devindiği bütünle bir anlam kazanan her bir parça, bütünü oluşturan diğer parçalarla olan ilişkilerini de bünyesinde taşır. Ayrıca bu ilişkiler her bir parçanın ne olduğunun asli unsurları olarak anlaşılır. Böylelikle, organik bir bütünün belirli bir zaman aralığındaki bütün süreçleri birlikte evrilir.[5]

Kanal İstanbul Projesi aynı zamanda bütünüyle sistemin (sermayenin) projesidir. Böyle olduğu için ticari fırsatların ve pazarların keşfedilmesine yönelik emperyalist ve sömürgeci uygulamalardan son derece etkilenmiş, hatta bu türden yönlendirmelere açık bir hal almıştır. Günümüzde doğanın kapitalizm altında nesneleştirilmesi ve sömürülmesinin, insan topluluklarının nesneleştirilmesi ve sömürülmesiyle elele ilerleyişinin hızlanarak arttığı gözlenmektedir. Bununla birlikte pek çok coğrafi bilgi türü ve bilimin kendisi de bu politikaların suç ortağı olmuştur. Kanal İstanbul Projesi bir yönüyle de tam da bunu anlatmaktadır. Oysa kapitalizmi bir dünya sistemi olarak tahayyül ettiğimizde belli bir zaman aralığında bütünün içindeki her bir parça, bütünü oluşturan diğer parçalarla olan ilişkilerini de bünyesinde taşıyor olmasından hareketle asli unsurlarla birlikte evrilir.  Çünkü tüm ülkeleri birbirine bağlayan kapitalizm, dünyayı tek iktisadi ve siyasi organizmaya dönüştürmüştür.

Öte yandan Profesör Dr. Erinç Yeldan “2020’ye Girerken Küresel Ekonominin Dinamikleri” adlı makalesinde[6]söylediği gibi; küresel kapitalizmin en temel güdüsü olan kar oranları ve kar beklentileri hegomonik merkezlerde gerilemekte ya da çok az artış göstermektedir (Şekil I). Kapitalizmin ve uluslararasılaşmış sermayenin genişleyen yeniden üretimi, finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı duruma gelmesinden kaynaklanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde sermayenin net getirisinin azalması ya da pozitif değerlere ulaşmaması, sistemin ortalama kar oranlarındaki gerilemenin önüne geçemediğini göstermektedir.

 

Şekil I. Gelişmiş Ülkelerde Sermayenin Net Getirisi ( Kaynak: Avrupa Komisyonu, Ameco, Erinç Yeldan’dan alınmıştır).

Kapitalizmin gelişmiş ekonomilerdeki kar oranlarının düşüşünde yaşanan söz konusu gelişmeler, kuşkusuz ki etkilerini Türkiye gibi tüm çevre ülkelerde artan oranlarda hissettirmektedir. Kaçınılmaz olarak bu etkiler büyüme ve bölüşüm oranlarında emekçiler aleyhine olarak kendini göstermektedir. Küresel kriz olarak adlandırılan bu olgunun yapı taşları daha 1970’lerde, kapitalizmin merkez ekonomilerinde sanayi başta olmak üzere, reel üretici sektörlerde kar oranlarının düşmesi ve toplam talebin gerileyerek küresel kapitalizmin tıkanmasıyla döşenmişti. Küresel sermaye çıkış yolunu finansal rant spekülasyon oyunlarında bulmuş, kapitalizmi kumarhane masalarında yaratılan sanal karlar aracılığıyla birikimini sürdürebilme çarelerini aramaya yöneltmişti.[7] Finansal varlıklar üzerinden sabit sermaye yatırımlarının artışını hedefleyen bu sürecin beklenildiği gibi gerçekleşmediği görülmektedir (Şekil II). Kapitalizm küresel düzeyde artan rekabeti, spekülatif kazançların cazibesine rağmen, ortalama kar oranlarının, sabit sermaye yatırımlarının azalma eğilimine bağlı olarak sermayenin net getirisine benzer şekilde gerilemesinin önüne geçilemediği görülmektedir.

 

 

Şekil II. Gelişmiş Ülkelerde Finansallaşmanın Yükselişi ve Sabit Sermaye Yatırımlarında Durgunluk (Kaynak:Birleşmş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı Örgütü (UNCTAD), Erinç Yeldan’dan alınmıştır).

Günümüzde kapitalizmin ve uluslararasılaşmış sermayenin genişleyen yeniden üretimi finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı duruma gelmesi,Türkiye gibi ülkelerde Kanal İstanbul Projesi gibi mega projelerin devreye sokulmasını zorunlu kılmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerindeki örneklerle birlikte, kentsel mega projeler bir fenomen haline gelmiştir; bu projeler kentsel yönetişimin kentsel girişimciliğe dönüşümünün doğrudan bir sonucudur.[8]Sıklıkla ikonik bir tasarım unsuru barındıran böylesi büyük ölçekli projeler, kent imajına katkıda bulunmayı amaçlar ve küresel pazar içinde büyüme katalizörü işlevi görür. Genellikle karmaşık güç ilişkilerine dayanan kamu-özel ortaklığı yoluyla gerçekleştirilen bu projelerde sermayenin ulusötesi bir nitelik taşıması da önemlidir.[9]

Öte yandan iktidar partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) ve müteşebbisler arasındaki patronaj’a (gözetim) dayalı ilişkilerin, yaklaşık yirmi yıldır mevcut iktidarı pekiştirme ve geliştirme becerisi gösterdiği bilinmektedir. Hatta iktidar partisi aracılığıyla patronajın sistematik hale gelmesi, kayırılan müteşebbislerin iktidar partisinin otoriter politikalarına kayıtsız şartsız destek verme eğilimine girdikleri günbegün ortadadır. Bu ilişkilerin oluşturulmasında hiç kuşkusuz Büyükşehir Belediyeleri’nin mali kaynakları ve bu kaynakları kullanan belediye şirketlerinin yarattığı patronaj ya da bağımlılık ilişkileri önemli olmuştur. Bugünkü konjektürde belediyelerin mali kaynaklarının kesilmeye başlanması iktidar açısından önemli bir sorun haline gelmiş görünmektedir. Bu gelişmelere iktidarın başta ekonomik nedenler olmak üzere türlü nedenlerden dolayı her geçen gün halk nezdinde güç ve destek kaybetmesi eklenince,iktidar partisinin tekrar iktidarını pekiştirmek ve sürekli kılmak için yeni mega projelere ve bu projelerin yaratacağı daha güçlü patronaj ilişkilerine ihtiyacı kaçınılmaz görünmektedir.[10]

Türkiye’de AKP otoriterleşme eğilimine ilişkin tartışmalarda yoğunlaşılması gereken konulardan bir tanesi de patronajın hacmi ve sürekliliğidir. Kanal İstanbul Projesi patronajın ve hacmi ve sürekliliği için biçilmiş bir kaftandır. Unutulmaması gereken patronaja dair son on yıl içerisinde öne çıkan sektörün inşaat sektörü olduğudur. Kanal İstanbul Projesi’nin mali açıdan ve yaratacağı ilişki ağları ile birlikte, bugüne kadar yaratılan patronaj ilişkisinin oldukça üzerinde bir potansiyele sahip olduğu ortadadır. Türkiye’de daha önce yaşanan kendine özgü ve hükümet güdümlü bir konut patlaması ile  Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın (TOKİ) finanse ettiği çok sayıda konut projesi üzerinden,geniş bir müteşebbis kesimi hükümetin iktisaden kontrol altında tutmasına ve yerel ölçekte gelişebilecek toplumsal ve siyasi muhalefeti bu kesimden aldığı destekle bastırmasına yardımcı olduğu bilinmektedir. Aynı yöntem daha büyük ölçekte Kanal İstanbul Proje’si üzerinden tedavüle girmiş gözükmektedir.

Kanal İstanbul Projesi ile bu mengene içerisinde, patronaj kanallarına erişebilen işçiler ve işverenler daha önceki örneklerde olduğu gibi AKP yönetimine biat etmek, erişemeyenler ise toplumdan ve iktisadi hayattan dışlanmak zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla Kanal İstanbul hayata geçirilirse sadece otoriterleşmenin bir gereci değil, otoriterleşmenin asli bir unsuru olacaktır. Patronaj ilişkilerinin gittikçe sistematik hale geldiği ve bu projeylebu ilişkilerin artacağı öngörüsünden hareket edersek, bugün Türkiye’de demokrasinin bekasının “AKP iktidarı koşulu”na dayandırılmaya çalışıldığı sonucuna ulaşırız. Var olan durumun, Kanal İstanbul Projesi etrafında gelişecek patronaj şebekesi ile AKP’nin seçimleri kazandığı sürece demokrasinin mevcudiyetini koruyabileceğine ilişkin tutarsız yaklaşımı, yeniden üretme çabası olduğunu söyleyebiliriz.

Kanal İstanbul Projesi diğer mega projelerle birlikte (3.Havaalanı, 3.Köprü) siyasetin kentleşmesine dair tartışmamızda son derece önemli yeri olan iki noktayı işaret etmektedir. İlk nokta, 2011 seçimleriyle beraber, AKP’nin sonunda bu tür mega projeleri istediği gibi uygulayacak güce ulaşmış olmasıdır. İkinci nokta ise kentsel ile kırsalın iyice iç içe geçmesiyle ilgilidir. Çevreyle ilgili meseleler o zamana kadar hep kent dışında kalan alanlarla ilgili olarak gündeme gelmiştir. Fakat ekolojik boyutlu bu projeler kent sınırları içerisinde kalan çevreyi ilgilendirmektedir. Bu bakımdan söz konusu projeler, ekolojik mücadelelerin kent politikalarına dahil edilmesine ve kentsel olanın ekolojik boyutuyla birlikte kavranmaya başlamasına da işaret etmektedir.[11]

Bununla birlikte ekolojik olanın kentsel olana dönüşmesi ya da birlikte algılanmaya başlanması başka sonuçları da beraberinde getirmektedir. Söz gelimi kent sosyoloğu Robert Park, Marks’ın emek sürecine dair gözlemlerinin yankılandığı bir pasajında şöyle demişti:“Kent ve kent ortamı, insanın yaşadığı dünyayı kalbinin arzusuna göre yeniden yaratmak için en tutarlı ve bütünüyle en başarılı denemesini simgeler. Ama kent insanın yarattığı bir dünya ise, bundan sonra içinde yaşamak zorunda olduğu dünyadır. Böylece, dolaylı olarak ve kendi görevinin doğasına dair hiçbir kesin algısı olmadan, insan kenti yaratırken kendini de yaratmıştır.”[12]İnsanın dünyayı dönüştürerek, kendini de dönüştürerek uyum sağlamaya çalıştığı ortamlardaha çok kentsel mekanlar olagelmiştir.

Sonuç olarak uyumsal ve dönüştürücü süreçlerin vuku bulduğumekanların kentler olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Kentler; üretici güçlerin kesintisiz ilerlemesi ile insanın gelişiminin ve toplumsal bütünleşmenin kesintili ve yabancılaşmış ilerlemesi arasındaki ilişkiye yoğunlaşma[13]ortamlarıdır. Bu biçimde kentler, doğrudan üretim ve tüketim alanında kapitalizme muazzam bir gelişme yaratır. Öte yandan üretken güçleri rasyonelleştirip metalaştırırken, çoğu zaman maddi gelişim pahasına dumura uğratılan insanın özü, emek sürecinden çıkılarak yabancılaşmış biçimler altında, siyasal, ideolojik ve dinsel bölgeye kanalize edilmiş olur. Buna karşın tarihsel maddecilik, üretim ile onun siyaset (devlet), ideoloji (din) gibi biçimleri arasındaki ilişkiyi, ikincileri veri kabul etmeksizin, açıklayıp anlamayı değil, birincinin yabancılaşmış biçimleri olarak yıkıcı eleştiriye tabi tutar[14].Bu eleştiri biçimi emeğin özgürleşme mücadelesi ve emeğin kendine yabancılaşma koşullarının ortadan kaldırılması anlamına gelen süreçleri de tetikler. Şayet sermayeyi siyasal iktisadın başat biçimi olarak sürdürmek ve yeniden üretmek, giderek daha hızlı ekolojik tahribat ve Kanal İstanbul Proje’si gibi beton dökmeyi gerektiriyor ise; bu durum emekçi kesimler için aşırılıkları üreten sistemi reddedip sorgulama zamanını aşan mücadeleleri gerekli kılmaktadır.

 

 

  

 

Kaynakça

Atilla Güney, (2019) Sosyolojinin Marksist Reddiyesi, Yordam Kitap, İstanbul.

Bertell Ollman, (2008) Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, Yordam Yayınevi, İstanbul.

Bulent Batuman, (2018) Milletin Mimarisi, Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekan Siyaseti, Metis Yayınları, İstanbul.

Cumhuriyet Gazetesi, 15 Ocak 2020.

David Harvey (a), (1989) “From Managerialism to Entrepreneurialism: The Transformation in Urban Govermance in Late Capitalism”, Geografiska Annaler B 71 (1).

David Harvey (b), (2011) Sermayenin Mekanları, Sel Yayıncılık, İstanbul.

David Harvey (c), (2004 ) Yeni Emperyalizm, Everest Yayınları, İstanbul.

Erinç Yeldan, Cumhuriyet Gazetesi.

John Elster, (1985) Making Sence of Marks, Cambridge University Press, Cambridge.

Mine Kışlalıoğlu, Niyazi Berkes, (1990) Çevre ve Ekoloji, Remzi Kitabevi, İstanbul.

Kanal İstanbul Projesi Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu, Ankara Aralık 2019.

Kanal İstanbul Çalıştayı, İstanbul Kongre Merkezi, 10 Ocak 2020.

 

 

 



[1] David Harvey (a), s. 281.

[2] Mine Kışlalıoğlu, Fikret Berkes, s.28.

[3]“İnsanları da Yakar” adlı başlıkla verilen habere göre: “Tartışmalı proje Kanal İstanbul’un güzergahı arazi mülkiyet dağılımı ortaya çıktı. Prof. Dr. Doğan Kantarcı’nın hazırladığı çalışmaya göre alanın %59’u özel mülk. Güzergah boyunca TOKİ’nin 342 hektar, Emlak Konut’un ise 50 hektar arazisi var. Proje için toplam 38 bin 500 hektar alan betonlaşacak (Hazal Ocak, Cumhuriyet Gazetesi), 15 Ocak 2020.

[4] David Harvey, Yeni Emperyalizm adlı kitabının, “El Koyarak Birikim” adlı alt başlığında: “Kapitalizmin bu kadar yıl ayakta kalabilmesi aydınlatılması gereken bir muammadır.”  Diyerek bu sırrın anahtarını bulduğunu söyleyen yazarları eleştirir ve kendi çözümünü şöyle açıklar: ” … ama genişletilmiş yeniden üretimle sürdürülebilir bir şekilde birikim yapılamamasına koşut olarak, mülksüzleştirerek birikim yapma girişimlerinin yoğunlaştığını da belirtmek isterim. Öyleyse bazılarının “yeni emperyalizm” demeyi sevdikleri şeyin niteliğini açığa vuran bir özelliğin de bu olduğu sonucuna varıyorum”, s. 146.

[5]Bertell Ollman, s.66.

[6]Erinç Yeldan, Cumhuriyet Gazetesi, 08 -15 Ocak 2020.

[7]Erinç Yeldan,age.

[8] David Harvey, s. 3-17.

[9] Bülent Batuman, s. 153.

[10] Türkiye’de Yeni İslamcı devrin tüm siyasal güçleri kentsel biçimlere tercüme ederek kentsel devrim yaptığını idda eden Bülent Batuman çalışmasında şöyle ifadede bulunuyor: “Bir taraftan siyasi biçimler(örgütlenme, eylem keza hayal gücü) kentsel alanın dışından kente aktarılırken, bir taraftan da AKP karşıtı çok çeşitli muhalefet aksları kentsel politikalar çerçevesinde yeniden şekillenmiştir. Bu çok boyutlu süreç nihayetinde kentselin (dış)patlamasına yol açmış, bu patlama ise zeminini kentsel biçimin en özgül örneği olan kamusal mekanda bulmuştur… Türkiye’de Yeni İslamcılığın kentsel devriminin istemsiz bir ürünü olarak tanımlayacağım ‘kentsel olanın devrimi’ ni temsil eden 2013 Gezi Direniş’iolacak” Bülent Batuman, s.145.

[11] Bülent Batuman, s. 153.

[12] David Harvey(a), s.247.

[13] John Elster, s. 304.

[14] Atilla Güney, s.142.


Yorumlar - Yorum Yaz