![]()
Kemal İnal
inalkemal@gmail.com
Türkiye popüler dünyasından eleştirel portreler-1
18/01/2013
Türkiye
popüler dünyasından eleştirel portreler-1 İhsan
Oktay Anar Kapitalist basın-yayım dünyası, medyası ve halkla
ilişkiler ve tanıtım sektörü, kimi, ne zaman, hangi nedenle ve kimin için
çok-satar yapacağını iyi bilir. Çoksatarlık, kapitalizmde çeşitli ürünleri, düşünceleri
ve yazarları metalaştırmaya yarayan etkili bir mekanizma, bir piyasa kültürüdür.
Bu kültürün üzerine oturduğu asıl kaynak, bir nesne, yoğrulacak bir hamur veya yönlendirilecek “özel okur”lardır. Bu
okur tipi, çoğu zaman kült yazarını kendi dünyasının biricik anlamı olduğu
konusunda içine çeker, orada eritir, onunla birlikte hayaller dünyasından
kaybolmaktan büyük bir zevk alır. Kendilerine çok sat(ıl)an bir kitapla veya
başka bir metayla anlamlı, tılsımlı, zengin ve rengârenk bir dünya kurduğuna
inanan küçük burjuva okurlar, piyasanın habire kendileri için yeniden ürettiği
“özel yazar”larını sahiplenerek sürüden ayrıldıklarını düşünürler. Bu kendini
özel hissetme halini küçük burjuva okura sağlayan şey, çoksatar romancının
piyasa üzerinden efsaneleştirilmesi de olabilir elbette. Burada tipik tavırlar
bellidir: Çok özel bir romancı, hikâyeci, müzisyen, mizahçı vs. olmanın
gerekleri yani ortalıkta çok az gözükme veya her türlü ortamda gözükme, kendine
sıra dışı, karizmatik nitelikler atfetme, Allah vergisi yeteneğin kendinde
tecelli etmesinin yarattığı halenin sürekli vurgulanması, eserleriyle kurduğu o
küçük dünyanın ne kadar da masum, derin ve zengin olduğunun daima açıklanması,
olabildiğince dar bir dost çevredeki kurulan çok özel dünyalar, medyayla
girilen çıkar ilişkileri… Kült yazarla çoksatan bir kültürel dünyanın içine
girme isteği, haliyle kapitalizmin yol açtığı yaraları görmeme isteğiyle at
başı gider. Gerçeklikten kaçmak, gerçekliğin yarattığı sorunları zaman zaman
küçümsemeye; bu sorunlarla karşılaşma, hesaplaşma ve mücadeleden kaçınmayı
gerektirir. İstanbul’un trafiğinden, rant ilişkilerinden, habire para kazanma
hırsından, kirinden, pasından, kalabalığından mı bunaldınız? Adres bellidir:
Bodrum veya daha sakin bir deniz kenarı, orman, dağ başı, kamping alanı, kırlık
bölge, yaylalar sizi bekliyor. Orada ütopyanıza uygun bir mekân, ortam, ilişki
seti ve hava yaratabilirsiniz. Bu temiz hava, dingin ortam, organik besin, has
insan arayışı, küçük burjuvayı içine çeker. Çeker ama küçük burjuva “insanları”
sevmez, sadece “insanı” sever. Hava kirliliğini yaratanlardan nefret eder ama
küçük bir organik bahçe yaratarak katharsis hali yaşar. Edebiyat dünyasının
çoksatar roman ve hikâyelerinin okuru da böyledir. Edebiyat çöplüğünden gelen
kokulardan bıkıp usandığında, edebiyatın metalaşması karşısında tavır
alacağına, bir mücadeleye girişeceğine, birilerinden hesap soracağına, kendi
özeline çekilip kendine masallar anlatarak kapitalizmin yarattığı ağrıları
dindirecek kült, efsane, farklı yazarlar aramaya başlar. Bu nokta, kaçışın,
yenilgiyi kabullenmenin, hırsızlığa ve her türlü pisliğe ses çıkarmayıp da
ortak olmanın başladığı bir noktadır. Türkiye basım-yayım dünyasından birileri, son
yıllarda gözünün önündeki her türlü kirliliğin, yozluğun, çürümüşlüğün,
sefaletin üstünden atlayarak, mümkünse onları hiç görmeyerek efsane bir romancılık/hikâyecilik
ve romancılar/hikâyeciler geleneği yaratmaya çalışıyor. Büyük ölçüde yarattı
da. Bu gelenekle kapitalizmin sert kayasıyla uğraşmak yerine, küçük küçük,
hazmedilmesi kolay romanlar/hikayeler anlatarak küçük burjuva okurlara
gerçeklikten kaçış imkanları sunuluyor. Bu tarzın en etkili kalemlerinin
başında İhsan Oktay Anar geliyor. Bu hikâyecinin okurları, yaşadıkları
hayatlarını yeterince ilginç bulmuyorlar ki, her gece “yar bana bir eğlence!”
nidasıyla piyasaya taleplerini iletiyorlar. Bu anlamda Anar, son yıllarda kendi
piyasasını yaratmanın ötesinde, kendisi büyük bir piyasa haline gelen; piyasa
kültür duvarının çok önemli bir tuğlası haline dönüşen halesiyle bize çok
şeyler anlatıyor. İhsan Oktay Anar ne yazmaktadır? Bu adam bize ne
diyor aslında? Kitapları ve yarattığı efsane dünyası, halesi nasıl
değerlendirilmeli? Anar, tam da Batılı, egzotik hazlar peşinde koşan ve
fakat modern hayatın içinde gerçek yaşamın bütün insanlara dayattığı yoksulluk,
sömürü ve politik çürümenin keyif kaçırıcı an ve dayatmalarından kaçmak isteyen
şehirlerdeki zavallı küçük burjuvalar için yazmaktadır. Şehirlerdeki küçük
burjuvaların iç sıkıntısı geçiren, kabız, insanları sevmez ruh hallerine merhem
olabilecek ürünlerin başında gelen postmodern roman ve hikâyeler, iyi
bildiğimiz gibi bizi bugünden çekip alarak geçmişe götürmek bakımından çok
farklı dünyalar yaratırlar. Kurmaca, gerçekliğin olanca gücüne karşı her geçiş
noktasında, istasyonda fark atar durur. Tuhaf hikâyeler, ilginç mekânlar,
farklı kişilikler, tarihten anekdotlar, o bildik meseller, antika dünyalardan
tecrübeler, çeşitli zıtlıklar, basit olaylarda deruni anlamlar arayan şehirli
küçük burjuvalar için Anar’ın romanları kapitalizmin pisliklerinden kaçıp
saklanmak için ideal bir kovuk, niş veya sakin korunak sağlamaktadır. Yazarın
kendisini efsaneleştirmek için marjinal bir yaşam tarzı seçmesi, okurunu adeta
hazdan delirtmektedir: “Benim yazarım, o kadar özel ki, genelin içine çıkıp da
kendini heba etmiyor?” Bu hem okurun kendi dünyasında hem de yazar üzerinden
okurun edebiyat dünyasında yaratılan özel olma hali, günümüz gerçekliğinin
sözde kaba sabalıklarına, standart dışı boyutlarına, türlü-çeşitli sorununa
verilen bir yanıt, atılan bir goldür güya. Bu özel olma hali, medyadan ve insanlardan kaçış,
kendi kabuğuna çekilme, tılsımlı bir dünya yaratma isteği, ille de yalnızlığın
yarattığı efsaneleştirici hale, kapitalizmin piyasa ilişkilerine karşı bir
duruş mu? Hiç de değil. Piyasada çok görünmek kadar hiç veya çok az görünmek de
iyi para, şöhret, kutsiyet ve özellik getiren bir imkândır. Çoksatan romancı/hikâyeci,
piyasasını o piyasa içinde çok az görünerek de genişletebilir. Kapitalizm,
değil midir ki, okuru avlamak için sonsuz imkân sunan bir sistemdir. Artık iş,
bunu bilene, bundan yararlanana kalıyor.
Anar’ı okurları çok özel bir dille yazdığı için
benimsemiş görünüyor. Oysa bu özel dilin alamet-i farikası, ağdası, eski Türkçe
kelimeleri yalap-şap kullanan bir şehirli züppeliği ve okurda “adam amma da dil
cambazıymış!” dedirten yapısı değil, Türkçeyi yüz elli kelimeyle konuşan zavallı
küçük burjuva okuru avlamak için kullanılmasıdır. Kelimeleri roman ve hikâye
sanatı içinde sadece bir araç olarak kullanmak yerine, dile kendinden menkul
postmodernist bir değer biçen ve metni tüm gerçekliğin yerine koyan, hayatın
kendisini sadece ve sadece hikâye olarak gören bu küçük burjuva roman ve hikâyecilik
tarzında toplum, ete-kemiğe bürünmüş insanlar, çeşitli ve fakat zengin grup
ilişkileri, kolektif değerler, insani durumlar, mücadele içinde olan kültürler
yok. Varsa yoksa okura “sen çok özel bir okursun, çünkü ben özel bir yazarım”
dedirten edebi mesajlardır. Bu özelliğin çıktığı kapı da hep marjinal bir
değerler dünyası olmaktadır. İletişim dünyasında her türlü sosyal gerçeklerden
kaçmak için özel dünyalar arayan okur, izleyici, dinleyiciler vs. kendilerine
böyle kült, efsane, biricik, çok özel, acayip hikâyeci, romancı, şarkıcı vs
bularak rahatlamaktadırlar. Bu
anlamda İhsan Oktay Anar hikâyeciliği veya romancılığı, küçük burjuva okuru
sosyal gerçekler karşısında teskin eden, onu kendinden geçiren, çoğu zaman
uyuşturan boyutuyla gönüllerde taht kurmaktadır. Bu kurmaca üzerinden okurda
gerçekleşen özel olma hali, Orhan Pamuk başta olmak üzere birçok romancı ve hikâyecide
mevcut. Kitaplarının adlarına bir bakalım: Puslu Kıtalar Atlası, Amat, Kitab-ul Hiyel,
Efrasiyab’ın Hikayeleri… Bu isimleri okuyunca ne hisseder, ne düşünürsünüz?
“A evet, çok özel bir yazar olduğu daha kitabın adından belli canım”mı yoksa
“böyle roman-hikâye ismi mi olur?” Öyle ya da böyle; burada mesele, kitabın
daha adında başlayan “derin yazar” algısıdır. Türkiye’de günlük hayatında 150
kelimeyle konuşan okuru avlamak son derece kolay. Çoğu postmodern yazar bunu
daha kitabın başlığıyla, ön kapaktaki sıra dışı resimle, olmadı arka sayfaya
eklenen tipik “bu müthiş kitabı okuyun” yollu tavsiyelerle çok kolayca
becerir. Anar, Osmanlıyı ve İslam’ı, öncelikle o arkaik,
yazmada olduğu gibi okumada da zorlanılan dil ve tarzı, yüz elli kelimelik
Türkçeyle konuşan ve yazan okura sevdirme derdinde olan postmodernizme angaje bir
yazardır; sivil toplumculuğun, liberal solun, belli yayın evlerinin bir Türkiye
projesidir. Anar’ın tarihe bakışı, tıpkı romantizmin hümanist insan anlayışını
yansıttığı için bütünüyle idealisttir; kahramanları tam anlamıyla “artistik”tir,
yani sadece kitap sayfalarında ancak görünebilecek hikâyelerdir. Bu yönüyle
Anar, sistemle hiçbir hesaplaşmaya giremeyecek kadar korkak, çekingen ve
kendine özel bir yazardır: Ben kendime özel bir dünya kurdum ve o dünyanın
içine hiç kimseyi sokmam. O, tarihsel gerçekler içindeki önemli toplumsal
olayların üstünden hızla atlayıp tuhaf, fantastik, garip veya acayip, sıra dışı
olaylara, hayallere, kişiliklere, bilmem hangi geminin bilmem hangi
ayrıntısına, cetvele, pergele, haritaya, zamana, sonsuzluğa, zaaflara veya
erdemlere odaklanarak okura tarihin derinliklerinden seslenir; küçük burjuva
dünyaların marjinal yaşam tarzları için bol malzeme sunar. Herhalde bu
malzemeyi tükettiğinde zevkten sarhoş olan küçük burjuva okur için bu fantastik
masallar önemli oranda bir katharsis (arınma) sağlıyordur. Bu sahte, güya ve
ucuz arınma biçimi için küçük burjuva okuru bu sürece hazırlayan, ısındıran
liberal eleştirmenler için bu iş, yani yazarımızı allayıp-pullama işi, basit
bir para kazanma, işinin parçası olma ediminin ötesinde anlamlar taşıyor olsa
gerek; zira bu tür eleştirmen için İhsan Oktay Anar tarzı
hikayecilik-romancılık “hele şükür bizim de Borges tadında bir yazarımız var”
diye avuntulara neden olduğu için kendini yerelden kurtarıp evrensel sular
içinde ifade etmeye imkan sağlamaktadır. Tıpkı Hasan Ali Toptaş gibi
romanlarında sözlüklerden çokça aranıp bulunmuş ve olaysız, insansız ve
gerçekliksiz bir bağlamda ard arda dizilmiş kelimelerle roman inşa eden birinden
Kafka çıkarmak gibi. Bu yerel yazarlarda evrensel yazarların izini arayıp
bulma, tam da bir küçük burjuva düşkünlüğünün dışa vurumudur. Gecekondu
yıkımları, işsizlik, sendikasızlık, düşen reel ücretler, yoksulluk, faşist
terör ile ilgili yazında yeterince evrensellik bulamayan postmodernist romancılık-hikâyecilik
gözünü elbette tekin sulara diker. O sularda yüzmek de balık avlamak da
sorunsuzdur. İhsan Oktay Anar, kapitalist bir projedir. Bu projenin öncelikli hedefi, sanrılar, türlü sıkıntılar, çeşitli hastalıklar pençesindeki küçük burjuva okurların sisteme yeniden sağaltımıdır. Yeniden üretim süreçlerinde edebiyat etkili ve verimli bir araçtır. Lezzet, tat, çeşni arayan küçük burjuva okurlar aynı zamanda tarihsel kaçış hikâye ve romanlarıyla kendinden geçmek isterler; bu anlamda İhsan Oktay Anar, küçük burjuva okur için edebi bir afyondur. Çektikçe insanın içine çekesi gelen bir afyon!
Türkiye
popüler dünyasından eleştirel portreler-2 Elif
Şafak Kemal İnal Türkiye, 1990’ların başından bu yana gerek edebiyat gerekse
sosyal bilimler ve sanat dünyasında postmodernizmin hakimiyetinde gerçekleşen
entelektüel bir iklimde yaşamaya devam etmekte. 2004 müfredat değişikliği
çerçevesinde yenilenen eğitim felsefesi ve bu eğitim-öğretim yılı başında
uygulanmaya başlanan kesintili eğitim sistemi (4+4+4) ile de pedagojide
postmodernizmin iyice güçlendirilmeye çalışıldığı bir sır değil. Sınıf siyasetine
dayalı politikaları ve Marksist teoriyi edebiyat, sanat ve sosyal bilimler
dünyasından süpürmek için kimlik politikasının içine iyice yedirilen postmodern
anlatı tarzı, çeşitli mistisizm, din, sufilik, mezhep ve ne kadar arkaik kavram
ve konu varsa hepsini çok etkili bir şekilde ele almakta ve incelemektedir.
Sosyal bilimler dünyası, edebiyat camiasına sanki destek adına bu kimlik
politikalarının içini başta kadın olmak üzere azınlık, ayrımcılık, göç, bellek,
altkültür, etnisite araştırmalarıyla doldururken toplumsal sorunların
kapitalizmden ziyade sadece ulus-devletlerin otoriter politikalarıyla
bağlantılı olduğu mesajını yaygınlaştırmaktadır. Burada mücadele edilecek
hedefi sadece ve sadece otoriteryen ulus-devlet geleneği olarak gören liberal postmodernist
çevreler, kapitalizmin ülke üzerindeki tahribatını gözlerden saklamak veya en
azından hiç görmemek, göstermemek adına inanılmaz bir çaba içindeler. Bu
yaklaşım, postmodernizmi bir özgürlük projesi olarak liberalizm üzerinden
kurarken edebiyatı çok etkili bir popüler araç olarak kullanmaktadır.
Entelektüel alanda edinilen gücün popüler kültür dünyasına tahvil edildiğini
gözlemlemek mümkün. Belki de günümüz Türkiye’sinde postmodernizm en güçlü
şekilde popüler çok satan edebi kitaplar üzerinden yeniden üretilmektedir. Burada edebiyat ile sosyal bilimler dünyasının
postmodernizm üzerinden iç içe geçirilmesi, birbirine yedirilmesi veya bu
ikisinin birbirinden beslenmesi adına gerçekleştirilen çabaların ülkemizdeki
belki de en tipik örneklerinin başında Elif Şafak geliyor olmalı. Zira Şafak,
hem liberal sosyal bilim tezgâhından geçip ABD gibi bir ülkede akademisyen
olmayı başarmış hem de “ben bilim de yaparım, edebiyat da” diyebilecek kadar
kendine özgüvenli kariyerist bir kadın örneğini gerçekleştirip popüler bir
kişilik haline gelmiş biridir. Bilimin nesnel dünyasından edebiyatın öznel
dünyasına geçiş onun için zor olmamıştır herhalde. Çünkü postmodern bilim yapma
tarzındaki “birden fazla doğru”, “herkesin doğrusu kendisine”, “çok
hukukluluk”, “çoğul dünyalar”, “bir metin olarak dünya”, “asıl yöntem olarak
yorum” gibi yöntemsel yaklaşımla postmodern edebiyat türünde yer alan “çoğulcu,
çeşitli, farklı” yaklaşımlar birbiriyle çelişkili değildir. Bilakis birbirini
destekleyici tarzda kullanılıyor bu ikisi. Elif Şafak, gerek sosyal bilimler
gerekse edebiyat dünyasında postmodernist bilim, insan ve politika anlayışını
en etkili kullanan figürlerden biri haline gelmiş durumda. Elif Şafak, steril, deruni ve muhafazakar-neoliberal
kırması yeni elitizmin[1]
uluslar arası bir projesi olarak 1990’ların ortalarından bu yana “edebiyatçı
kadın/kadın edebiyatçı” kontenjanından piyasaya sürülmüş durumda. Şafak’ı
piyasa nedense çok sevdi ama arkasındaki ideolojik angajmanın bundan önemli
payı olsa gerek. Erkek kontenjanından Orhan Pamuk’un postmodern anlatı
geleneğiyle Nobel’i almasından bu yana sanki Nobel’e ikinci Türk aday olarak
Elif Şafak hazırlatılıyor. Yine postmodern masallar dünyasından o bildik anlatılarla
Şafak, Türk’ün mesel dinleme ihtiyacını gayet iyi karşılıyor. Türkiye’nin muhafazakârlık-neoliberalizm
kırması yönetimi, iktidardaki ideolojisini neoliberal biçimde Batı’lılara
pazarlamak için uygun yüzler üretiyor sürekli olarak. Elif Şafak, bir matbaa
makinesi gibi çalışıp hemen her sene önümüze koyduğu roman, öykü ve
denemeleriyle, yetmedi gazete yazısı ve TV programlarıyla bize bir Türk
kadının-Atatürkçü kalıplar dışında ve fakat muhafazakâr-neoliberal kırması bir
model çerçevesinde-uluslar arası alanda da var ve başarılı olabileceğini gösteriyor.
Başardı da. Zaten başaramaması sürpriz olurdu veya sayılırdı, zira bir Avrupa
kentinde (Strasbourg), bir diplomat anne ile akademisyen babadan doğması,
yabancı okullarda okuyup Batı kültürü edinmesi, ekranlardan taşan nezaketi ve
deruni edası, hakikaten çok değişik giyim tarzı ve süsleriyle, üstelik
medyamızın postmodern genç starı Eyüp Can ile evliliği ve doğan çocuklarıyla,
ne yazsa çok satması, üst düzey standartlarda bir gelir ve aile yaşantısı
kurması beklenirdi. O şimdi muhafazakâr-neoliberal elitizmin şahikalarına
erişmiş durumda. Bunu başarmasında elbette, Bourdieu’nün kavramsallaştırmasıyla
konuşursak, ekonomik ve kültürel sermayesinin belirleyici payı olsa gerek. Şafak,
muhafazakâr-neoliberal kapitalizmin amentülerini iyi etüt etmiş biri. Bizi
edebiyat anlatılarıyla bu dünyaya hazırlamak gibi bir rol ve işlev
içerisinde. Böylesi bir hayat, bu tür bir deneyim ve tarihsel
geçmiş ile bir kadın yazar içine konup yerleşti(rildi)ği muhafazakâr-neoliberalizm
kırması bir ideoloji içinde bize başka ne anlatabilirdi acaba? Daha
kitaplarının adlarından-Pinhan, Şehrin
Aynaları, Mahrem, Bit Palas, Araf, Firarperest, İskender, Şemspare, Med Cezir
vd.-kendini genç yaşına rağmen çok tarih bilen, dini ve mistik konulara pek çok
vakıf, Doğulu kadın bilge, hayatın karmaşık labirentlerini aşmış da gelmiş
havasına sahip bir figür ile karşılaştığımız izlenimi verebilmek için okuru
gerçekten de etkilemesini çok iyi biliyor. O artık Türkiye’de bir star, Nobel’e
emin adımlarla ilerleyen 21. yüzyılın modeli olan muhafazakar-feminist bir
kadın, ülkemizin Batı’ya bir başka penceresinden açılan idolü. Ulusalcı kadın
modeli giderek irtifa kaybederken o ve onun benzerleri medyada bize deruni,
edalı ve aklıselim bir kadın modelinin de pek ala Batılı kalıplar içinde ve
fakat ona eleştirel durabilerek konuşabileceğini, yazabileceğini ve velhasıl
üretebileceğini gösteriyorlar. Peki, ne anlatıyor Elif Şafak okurlarına? Aslında
çok kabaca; Batılıların hala görmekten, duymaktan ve tatmaktan hoşlandığı
oryantal ezgileri, konuları, durum ve olayları mistisizm, sufilik, İslam,
gelenek gibi çerçevelere sokup işlediği meseller anlatıyor. Batı bu mesel tipi
anlatıları duymaktan ve okumaktan hoşlanırken muhafazakârlık-neoliberalizm
kırması çevreler de Türkiye’de sola karşı iktidarlarının sürmesi için gereken
desteği Batı’dan aldıkları için son derece hoşnutlar. Yani, üstü örtülü bir
işbölümü söz konusu. Biri, duymak istediği anlatıların yeniden üretilmesi için
her türlü desteği sağlarken, diğeri ise bu anlatıları üretirken kendi
iktidarını da tesis etmenin çıkarlarını ve meyvelerini topluyor. Lakin anlatılarının
bir bütünlük taşıması da gerekmiyor. Zira iyi bilindiği gibi, gerçekliğe
ilişkin tek bir akış içeren ama olayları bütün yönleriyle olabildiğince maddi
gerçekliği içinde anlatıp okuru toplumsal gerçeklik karşısında tavır almaya
iten modern edebiyat karşıtı bir perspektiften değil de, kesik, bölük-pörçük,
birbiriyle ilgisiz, fragmanlar halinde ve darmadağınık, kendinden menkul bir
bağlama yerleştirilen irili-ufaklı acayip, arkaik ve tuhaf hikâyeleri önümüze
edebiyat diye seriyor. Bu yönüyle, ilginçtir, Elif Şafak, kasiyer kadına da,
türbanlı öğrenciye de, laik öğretmene de, sıradan öğrenciye de, doktora ve
mühendise de, velhasıl hayatında ne tat ne tuz kalmış, mutsuz şehirli, orta ve
alt sınıf kadın ve erkeklere tek bir sesle, postmodernizmin megafonuyla
seslenebilmeyi beceriyor. Özellikle de kadın okurlarına; o, hem bir yazar, hem
anne, hem de kariyer sahibi bir kadın olarak ortalama Türkiyeli kadınlara
verdiği mesajla “kadın da üretebilir, anne-yazar da popüler olabilir ama
kariyer adına her şeyi yaparken pekâlâ aile kurup çocuk da doğurabilir”
mesajını iletmektedir. Muhafazakârlık
için bundan büyük reklam olabilir mi? Kuşkusuz Elif Şafak, her şeyden bir şey
üretmeyi beceren postmodern Türkiyeli yazarların en önde gideni-ne yazsa çok
satıyor, ne söylese çok dinleniyor, ne giyse çok ilgi çekiyor. Adeta esin
kaynaklarının neler olabileceği dersini herkese veriyor, çünkü onu her yer ve
anda görebiliyoruz. Her şey onun için bir anlatı konusu olabilir. İlham
perisinin nerede ve nasıl ortaya çıkacağı belli olmaz. Örneğin, bir anne için belki
çok özel kalması gereken bir konu-doğum sonrası yaşanılan depresyon-bile bir
otobiyografik romana (Siyah Süt) dönüşebiliyor
onda. Nitekim velut bir yazar o; yazmasa depresyonlardan kurtulamayacak biri.
Depresyon gibi özel durumlarını bile bizimle paylaşacak kadar bizden biri; her
ürettiğini bizimle paylaşmasa çok mutsuz olacak bir kadın/anne-edebiyatçı o. Aşk
adlı romanının Türk edebiyat tarihinin en kısa sürede en çok satan edebi eseri
olması, acaba sadece bir edebiyat olayı mıdır? Elbette çoksatarlık kurumunun
hangi kapitalist değer ve kurallar çerçevesinde işlediği iyi bilinirse, bunun
piyasa üzerinden bir edebiyat pazarlaması olduğu söylenebilir. Yani Elif Şafak
nezdinde basit, sıradan ve ortalama bir edebiyat olayıyla karşı karşıya
değiliz. Bu anlamda kadın yazar kontenjanından listenin en başına yerleştirilen
Elif Şafak’ın ülkede ne kadar modern şey varsa yıkılması adına girdiği
mücadeleye Batı dünyasının seyirci kalması beklenemezdi elbette.[2] Elif Şafak, giyiminin, giysilerinin, konuşma ve akıl
yürütme biçiminin, fikirlerinin, kitaplarının, o kitaplardaki mesel ve
anlatılarının çok özel olduğunu düşünüyor. Bu yönüyle Türkiye edebiyat
dünyasının sadece ve sadece kendisini konuşmasını istiyor. O yüzden yazdığı
kitapların yetmediğini düşünüyor olsa gerek ki, TV’lerde durmaksızın konuşuyor,
köşe yazıyor, gazetelere sürekli röportaj veriyor, konferanslara katılıyor, ders
işliyor. Nereye baksak onu görüyoruz; o da bizi nereye baksak görmemizi istiyor.
O nedenle o her yerde-uluslar arası havaalanları, restaurantlar, tren
istasyonları, küçük oteller, kafeler… Şafak, her yerde bizim peşimizi
bırakmıyor. [1] Bu elitizmden olsa gerek, İngilizce olan web sayfasında Elif Şafak, aslında ELIF SHAFAK’tır. Besbelli adının Batılı dillerde daha kolay okunup telaffuz edilebilmesi kaygısı ağır basıyor olmalı kendisinde. Daha büyük sularda-Nobel gibi-yelken açma niyeti de bu tarza sinmiş olabilir. Bir de bazı Batılı üniversitelerde verdiği ders ve konferanslarda Batı jargonuyla tanınmak adına verilen bir uğraşı da söz konusu gibi. Ama burada [2] Bunun en net göstergesi, onca deneyimli, yıllanmış ve nitelikli romancının kitapları yerli okura ulaşamazken, Elif Şafak’ın kitaplarının, başta Batı dilleri olmak üzere 30’dan fazla dile çevrilmesidir. Bu derece nitelikli “modernist” eserin bırakın satmayı, kitap raflarında bile yer bulamamasında, yeni ideolojik iklimin ve piyasa dinamiklerinin belirleyiciliği vardır.
Türkiye
popüler dünyasından eleştirel portreler-3
Cem
Yılmaz
Kemal İnal
Cem Yılmaz, 1990’ların başlarından bu yana Türkiyeli
orta ve üst sınıfların hayatına mizahı stand-up tarzında ve fakat apolitikleştirerek
en etkili biçimde sokan figürlerden biri, belki en popüleri oldu. Mizahı
politik içeriğinden ayıklayıp kara mizaha inat “ak mizah”a çeviren bir anlayışa
öncülük eden Cem Yılmaz’ın öncelikle kentsel gençlik kesimlerine verdiği mesajlarda
en fazla öne çıkan vurgu, sisteme muhalefet etmeden sistemle dalgasını
geçebilme becerisi olsa gerek. Fakat geçen onca zamanın ardından Yılmaz’ın
geldiği yer, dönemin muhalif mizah dergisi Leman’ın sahnesinde çıkıp da,
minibüs şoförünün yolcularından bilet parası isterken kullandığı sözde komik
deyimin (“beyler, arkadan vermeyen var mı?”) çok ötesine geçebilmiş değil. O
dönemin kendi halindeki sıradan kentli-marjinal ‘gırgır’ tipinden bugün küçük
çaplı bir kapitalist imparatorluk yaratan tipine geçiş yapan Cem Yılmaz’a
gülemeyen insanlara gülen, Cem Yılmaz’a gülemeyen hali tuhaf karşılayan bir
izler-kitle oluştu. Geçen sürenin ardından eğer mizaha ilişkin bir farklılık
aranacaksa, elbette öncelikle şu söylenebilir: Cem Yılmaz, mizahın
varoşlarından merkezine kaydı, para harcama delisi orta ve üst sınıflar için
esprilerini incelttikçe daha çok kazandı; kazandıkça mizahı toplumsal
sorunların dışına taşıdı. Kuşkusuz Cem Yılmaz, neoliberalizmin bir ürünü mizahçı
olarak yükünü tuttukça sistemle olan dayanışmasını daha da güçlendirdi.
Sistemle olan dayanışmasında ödül aldıkça, mizahını bel altından bel üstüne bir
miktar çıkardı ama yine eskisi gibi apolitik kılmaya devam etti. Bugün Türkiye
mizahı eğer apolitik anaakım içinde üretmeye devam ediyorsa, bunda Cem Yılmaz’ın
payı belirleyici olmuştur.
On iki yıl önce yazdığım bir yazıda Cem Yılmaz,
Yılmaz Erdoğan ve Beyaz’ı “traji-komik üçlü” olarak nitelemiş; traji-komik
nitelemesini iki temele oturtmuştum: Bu üçlü, ısrarla kara mizahtan kaçıyor;
faşizm, kapitalizm, bağnazlık, muhafazakârlık gibi sorunlarla asla
ilgilenmiyordu. Yani tekere çomak sokmaktan kaçınan bu üçlünün yaptığı aslında
kaba bir geyik muhabbetinden hiç de farklı bir şey değildi. Şöyle yazmıştım:
“Yaşamı “geyik muhabbetleri” denilen bir tür hafiflikle algılama/yorumlama,
sözde toplumsal idealler diye satılan bazı düşünceleri bireysel öyküler içinde
ama egoistçe bir ustalıkla damıtma, alternatiflik adına bir tür züppeliği
rutinleştirme, konformizm diye eleştirilen sistemin açıklarını en kurnazca
biçimde yakalayıp değerlendirme, bayağı cinsel odaklı sözcük oyunlarını mizah
sanatı diye benimseme ve çevreye yutturmaya çalışma, her şeyi dalga geçmek
adına “ti’ye alma” vb.” Buradan çıkan mizahın sululuktan pek bir farkı
olmadığını pek çok kez gördük. Bu sululuk, mizahı sadece ve sadece kaba bir eğlence
olarak görmekte; eğlendirirken izleyicinin muhalif ve eleştirel bir tutum
takınmaması için elinden geleni ardına koymamaktadır. Cem Yılmaz’ın kullandığı sefil
(lumpen) ve argo dil, mizah kara niteliğini kaybettikçe dil oyunlarına, argo
betimlemelere ve gündelik geyiklere daha fazla bulanmıştır. Eğer bugün gençlik
apolitik bir politikanın içinde yüzüyorsa, bunda Cem Yılmaz’ın sulu
mizahçılığının, piyasa yönelimli stand-up’ tarzı sözde komedisinin büyük bir
payı vardır.
Komik
(comique),
kabaca, hayatı, egemenlerin tavuklarına kış demeden zararsız tarafından
mizahlaştırma; hoşluk, eğlence, tuhaflık, gülünçlük, kaba saba güldürücülük
anlamına gelir. Humour ise, mizah ya da nükteyi ciddiyeti kaybetmeden yapmaktır.
Geçmişte egemenler, eğlenmek adına tipi bozuklardan (cüce, kambur, insan
azmanı, “zenci” vd.) soytarı ve palyaçolara değin bir dizi tipi kullanmışlardı.
Ama toplumsal muhalefetin yükselip devrimlerin kendini gösterdiği dönemlerle birlikte
(17. ve 18. yüzyıllar) başta bazı usta yazarlar (Moliere, Dickens vd) olmak
üzere birçok entelektüel, edebiyatçı ve sanatçı, mizahı basit bir eğlence
olmaktan çıkarıp onu toplumun vicdanı adına halkın bir silahına çevirmişti. “Güleriz
ağlanacak halimize” deyiminde anlam bulan kara mizah aslında rahatsız ettiği
için karadır. Romanyalı çizer Albert Poch’un dediği gibi, “mizah, bizi rahatsız
edenleri rahatsız eder”. Dahası, mizah
sayesinde biz dünyanın gülünç olmasından kurtuluruz (Todor Dinov). Mizahla biz
yüce olanın gülünç tarafını rahatlıkla görürüz; Şarlo’nun Diktatör filminde Hitler’i gülünç hallere sokmasında olduğu gibi.
Mizah asıl anlamını özgürlüğün olmadığı yerde
kazanır. Bu yüzden mizahın en büyük hedefi, baskıcı kişi, ideoloji, kurum ve
sistemlerdir. Her türlü olay, kişi, düşünce, nesne ve kavram gülünç, sıra dışı
ve eğlenceli bir dille mizahın konusu yapılabilir. Ama bunu eleştirmeden,
düşündürtmeden, sorgulatmadan yapıyorsa, o tür mizahın basit bir palyaço
gösterisinden farkı kalmaz. Brecht’in sözünü, “mizahın olmadığı yerde yaşamak
zor, her şeyin mizah olduğu yerde yaşamak ise olanaksızdır”, hatırlamanın tam
sırası. Cem Yılmaz, 1990’lar ve 2000’ler Türkiye’sinde hemen her şeyi sadece
gülünecek bir mizah kalıbına sokup bize sunduğu için mizahı, mizahın dışına
itmiştir. Çoğu genç, Cem Yılmaz’ı beğenir ama “nesini beğeniyorsun?” sorusuna
alabileceğiniz bir cevap olamaz pek. İstenen tam da bu; sabun köpüğü tadında
veya hafifliğinde bir mizah üreten Cem Yılmaz, bellekte kalan bir sahne, söz
veya hareket üretmediğinden ya da üretmek istemediğinden eğlencelik olmadan
öteye gidemez. Zamanında askerlik
yaparken paşalar karşısında da stand-up yapan Cem Yılmaz, tam da eğlencelik
olduğu için militarizm tarafından payelenmişti. Oysa, mizah, her türlü baskı
aygıtının karşısındadır. İktidarla arası iyi olmayan mizahçı ancak mizah
yapabilir. Gerisinin yaptığı şey, iktidarların çanağından yalamaktır ki, bu
günümüzde en çok da Türkiye’ye uymaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Cem Yılmaz tipi mizahçılarla
hiç sorunu olmadı; olamazdı da çünkü sulu ve eğlencelik mizaha imza atan
stand-up’çılardan beklenen şey, sorun yaratmamaktı. Cem Yılmaz’ın yanı sıra
Beyaz, Yılmaz Erdoğan gibi daha birçok isim 2002’den bu yana mevcut iktidara
karşı hiçbir toplumsal tavır almadan sözde sanatlarını icra etmeye devam
etmektedir. Yılmaz Erdoğan’ın Çok Güzel
Hareketler Bunlar, tam da kentli, iyi eğitimli, bol gelirli orta ve üst
sınıflara eğlencelik mizah sunması bakımından Türkiye mizah tarihi içinde
ibretlik olarak anılmaya hak etmektedir.
Cem Yılmaz hiçbir zaman bir Aziz Nesin, Kemal Sunal
veya Şener Şen olamayacak, çünkü sanatında halkın sorun ve çıkarlarına ilişkin
en küçük bir nokta yok. Onun popülerleşmesi, bu üç ismin popülerleşmesindeki
halkçı vurguya hiçbir zaman sahip olamayacak. Bu isimlerin sanatında öne çıkan
şey, mizahın toplumsallığının büyük ölçüde halkın sorunları ve önerilen çözüm
yolları bağlamında anlam kazanmasıydı. Bu yüzden Cem Yılmaz, mizahı karartarak
halkı aydınlatmaya çalışan isimlerin karikatürü bile olamayacak derecede silik
bir kapitalist figürü temsil etmektedir. Haliyle buradan sanat değil, ancak ve
ancak sululuk, şaklabanlık ve geyik muhabbeti tadında bir eğlencelik çıkmıştır.
Kentli orta ve üst sınıfların Cem Yılmaz’da aradığı şey tam da budur: Birkaç
saat keyifli zaman geçirip gülme ihtiyacını karşılamak ve stres atmak. Bu
steril, suya-sabuna dokunmayan mizah anlayışı, mizahın bittiği noktada başlar.
Mizahı araçsallaştırmaya çalışan bu bakış açısı Cem Yılmaz’a hâkim sınıfların
nezdinde nezih bir yer sağlamış fakat halk kesimlerinde anlaşılmaz bir
yabancılaşmaya yol açmıştır. Öyle ki, bir Şener Şen’in Züğürt Ağası’na tüm emekçiler gülebilirken bu filmde kendi
hayatlarından bir şeyler bulabilmişlerdir. Oysa Cem Yılmaz’ın abuk-sabuk
filmlerindeki bayağı yapaylık, sululuk, saçma-sapan diyaloglar, teşbihler ise
halk sınıflarında bir karşılık bulamamıştır. Çünkü Şener Şen tarzı mizah,
toplumsal bir temeli olduğu için sağlam yerde durabilmiştir.
Sonuç olarak, Cem Yılmaz, Türkiye’de mizahı tam da
neoliberalizmin taleplerine yanıt verecek şekilde ürettiği için iktidar ve
hâkim sınıflar tarafından sahiplenilmiştir. O, iktidarlara yaslandıkça
mizahının içini daha da boşaltmış; sahneye, reklamlara ve diğer programlara
çıktıkça bize boşluktan seslenen bir boş işler bakanı olarak görünmüştür. Boş
görüntüden dolu bir mizah çıkamayacağına göre Cem Yılmaz, iktidar eliyle
üretilen bir mizah katili resmine bürünmüştür. Cem Yılmaz’ın yaptığı değil,
kendisi bir mizah konusudur artık.
Türkiye
popüler dünyasından eleştirel portreler-4
Süper
spiker Mehmet Ali Birand
Kemal
İnal
Türkiye’de medyanın 1990 sonrası Cağaloğlu’ndaki
matbuatından İkitelli’deki plazalara taşınması, sermayenin aynı zamanda yeni
bir medya ve medya profesyoneli dizaynını da beraberinde getirmişti. Bir önceki
dönem olan Cağaloğlu büyük ölçüde matbuat yayıncılığında geleneksel bir basın
tarzını temsil ediyordu. Buradan memleket sorunlarına yönelik iyi-kötü bir
demokrasi mücadelesinin nüve ve izlerini görmek mümkündü; dahası, matbuatın
memleketin genel sorunlarına (demokrasi, kalkınma, yoksulluk vs.) bakışında en
azından az-çok toplumsal bir saikten bahsedilebilirdi. Fakat 1990’ların
başlarında Sabah gazetesi ve Star TV gibi koçbaşı örneklerle başlayan dönüşüm
aslında sermayenin, basından medyaya dönüşümde yeni bir politikayı devreye
sokma kararını göstermiştir. Sermaye, daha etkili bir kapitalist kültür yaratıp
bir yandan tüketimciliği pompalama öte yandan ezilen sınıfların sisteme
rızasını güçlendirmek için yeni bir medya tasarımı oluşturdu. Bu uğurda yeni
bir medya profesyoneli de tasarımlandı. Mehmet Ali Birand, Güneri Civaoğlu,
Çetin Altan, Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Ali Kırca, Reha Muhtar, Can Dündar,
Ece Temel Kuran, Zülfü Livaneli gibi sol, Atatürkçü ve liberal kalem, spiker ve
köşe yazarları büyük burjuvazinin küreselleşmeyle uyumlu yeni ideolojisi olan
neoliberalizmin medyada borazanlığını çok ince işçilikleri, sözde
duyarlılıkları, vicdan solculukları ile başarıyla yerine getirdiler.
Bu yazarlar bu görevi neden yaptılar/yapıyorlar?
Öncelikle, sermaye, bu liberal, Atatürkçü veya solculara bir misyon biçmişti;
bu kalemler tüm memleket sathında AB tarzı bir demokrasinin kurulmasında
entelektüel bir tahkimat yapacaklardı. İkinci olarak, farklı siyasetlerin bir araya
gelip ortak bir memleket kaderi portresi çizeceklerdi. Bu iki misyonu layıkıyla
yerine getirmeleri için onlara bol paralar ödendi; her daim vitrinde
tutuldular; bunların müptela izler-kitlesinin oluşması için büyük reklam
kampanyalarına giriştiler. En nihayet, bu kalem ve spikerler, evcil bir
muhalefetin, AB tarzı bir demokrasinin, entegre olmuş bir Türkiye resminin
oluşması için usta, üstat veya duayen sıfatları altında anaakım medyanın
koçbaşları olarak büyük resmi tamamladılar. Elbette, evcil muhalefetleri gereği
kâh hükümeti AB yolundan döndüğü için topa da tuttular, medyadaki
görünürlüklerinin sağladığı piyasalarının güçlenmesi (daha fazla maaş, yüksek
transfer ücreti, şan-şöhret, olmadı eserleri, yani köşe yazıları, belgesel
programları, kitapları vs.) için gerektiğinde sosyalist tutukluların hapishane
direnişlerinde arabulucu olup aydın dünyasından yüksek puan toplamasını da
bildiler. Dediğim gibi, bu steril entelektüeller, medyanın duyarlı, vicdanlı ve
demokrat koçbaşları olarak bize bir demokrasi resmi yapıyorlar. Hep o resme
bakıp o resimdeki renk, figür, ışık, gölge vs’yi izleyip kendimizden geçip
onları alkışlamamızı istiyorlar. Zaten alkışı da aldılar hep. Bu dünyadan
göçünceye değin kendi icraatlarını gözümüze sokmaya devam edecekler, çünkü
sesleri ve kalemleri sermayenin emrinde ses çıkarmaya, harf dizmeye devam
edecektir.
Bu resmin içinde Mehmet Ali Birand, çömezi olan
prens Can Dündar’ın kalemiyle bir kez daha karşımıza çıkıp bize yine bir şeyler
anlatmış. Neyi?
Memleketimizin güzide aydınlarından sevimli “butik
yazar”, medyanın anaakım kontenjanından “steril muhalif” ve solcu cenahtan “inanılmaz
duyarlı” gazeteci, belgeselci, köşe/kitap yazarı Can Dündar’ın hocası ve ustası
Mehmet Ali Birand için yazdığı güzelleme tadındaki biyografi bizi yine köşeye
sıkıştırdı. Bir Ömür, Ardına Bakmadan’da
Dündar bize bir şeyler anlatmış. İyi de, neyi? Şunu: Birand müthiş bir insan.
Onu seviniz. Çünkü hem porselenlerini gösterip gülücükler saçtığında içimiz
sevimli bir insanın sıcaklığıyla ısınıyor hem de pahalı-kaliteli, rengârenk kol
saatleri, üstelik çok şık elbiseleriyle bize AB’nin uygarlık yolunda şıklık
dersi veriyor. O, aslında medyanın bir beyefendisi. “Background”ı çok sağlam. Galatasaray’da
okumuş, her lafında hem İngilizce hem de Fransızca atraksiyonlarıyla çizdiği
çok modern insan profiliyle bize AB’nin kapısını açık tutmaya çalışıyor. Türkçe
özürlü olması onu sadece sevimli kılıyor ama her daim deruni liberal havasıyla
karşısındakini hemen çekip içine alıyor; hangimiz haber bültenini dinlerken
Birand’ın halesine kapılmıyoruz ki?! Nereye baksak onu görüyoruz; o da hep göz
önünde olmak, herkes tarafından görülmek istiyor-gazete köşe yazılarında, ana
haber bülteninde, belgesellerde, 32. Gün’de, röportajlarda, GS maçlarında,
TV’lerdeki talk showlarda vs; çünkü formasyonu, onun her zaman, mekân ve
ortamda görünmesini gerektiriyor. O değil midir ki, dünya liderlerini röportaj
için sıraya dizen; hem Öcalan ile konuşabilen hem de Mehmet Ali Ağca ile
yarenlik eden? O değil midir ki, hem 28 Şubat’ta andıçlanan hem de askerleri
affeden? Birand zaman zaman işsiz kalabilir ama parasız asla. Çünkü o, kaliteli
bir hayat yaşamak için yaratılmış. Gençliğinde olduğu gibi, sıkıştığında
mutlaka Koç gibi bir sermaye grubu onu ihya edebiliyor.
Kimdir Birand? Yıldırım Türker’in bir yazısında
kullandığı deyimle, “şımarık kolejli kız havalarında” oynayan bir postmodern
zamanlar ankırmeni mi? Yoksa Türkiye’de medya ve politika dünyasında bir türlü
eskimeyen bir demokrat mı? Ya da demokrat bir ankırmen mi? Birand, aslında güce
tapan, hep zirvede olmak isteyen, sistemle tatlı tatlı dalga geçip o sistemin de
zengin masalarında her daim yerini koruyan biri mi? Ya da hep kazanmak isteyen,
patronunun medyada sesi olmayı profesyonellik gereği meşrulaştıran bir çalışan
mı? Öyle ya da böyle; hayat hikâyesinin ayrıntılarında, geçmişte yazdığı
günlükler veya mektuplarda Birand, ne istediğini, ne olmayı düşlediğini yazmış:
“Top”a ulaşmak, “power” sahibi olmak; her şeye “challenge” etmek. Tam da bu
işte! O, bir neoliberal, yırtıcı bir herif, basamakları hızla tırmanmaya ant
içmiş, içi arzu ve istek dolu bir yüce insan. Bu uğurda, hamisi Vehbi Koç’un
desteğinden olmamak için bir şeyi keşfetti daha ilk gençlik yıllarında: Büyük
olmak. Önemli biri olarak tanınmak istiyorsan hep büyük insanlarla oturup
kalkacaksın; onlarla olabildiğince her yer, zaman ve mekânda görüneceksin.
Birand, reklam dünyasının ciğerini okuyabilen, türlü-çeşitli yetileriyle daha
lise yıllarında girdiği Milliyet kapısından koca dünyaya açılmasını bilen biri
olmayı becerebildi. O, fırsatları değerlendirdi, kendisi olmak için sadece
kendisine yatırım yaptı, başka her şeyi kendi uzun-ince “top” yolunda sadece
yardımcı bir malzeme, işe yarar araç olarak kullanmasını öğrenebildi.
Meşhur olması gerekiyordu, çünkü öyle bir kaderle
doğduğuna inanıyordu. Türkiye basınının yerel kalıplarını aşmak için kafasında
oluşturduğu plana göre başarıya ulaşmanın yolu, dünyanın en önemli insanlarıyla
birlikte görünmekten geçiyordu. 32. Gün, Birand’ı tanıtma, parlatma ve hep
gündemde tutma programı olarak tasarlandı, pazarlandı; bunun için de bu
programı sırtlayacak genç bir ekip; sevimli, yetenekli ve girişimci prensler
gerekiyordu. Birand, Can Dündar, Cüneyt Özdemir, Mithat Bereket gibi prensleri
medyaya, bize armağan etti. Bu prenslerle de kendini parlattıkça parlattı. Prenslerden
Can Dündar şimdi bu biyografiyi yazarak ustasına teşekkür ediyor.
Birand, bir tabu yıkıcı oldu, zira Sovyetleri de
anlattı bize Öcalan’ı da. Kürtleri de yazdı orduyu da. Sorun değil; ha o konu
ha bu konu. Yeter ki, anlattığı şeyler onu daha da parlatsın, herkes Birand’ı
konuşsun ve biz ekranda hep onun porselenlerini, şık giyimini, rengârenk kol
saatlerini, o tuhaf ama sevimli konuşmasını dinleyelim. Haberin yanı sıra
Birand’ı da konuşalım. Birand’ı maazallah unutabiliriz; hayır, hiç unutmayalım.
Unutmayalım çünkü aslında o, radikal bir demokrat. Gereken biri. Çünkü gerektiğinde
çomağı sistemin tekerine sokmasını da biliyor. Başına arada bir dert açabilir;
hangimizin başı derde girmedi ki? Demirkırat belgeseli nedeniyle TRT’yi
dolandırdığı da söylendi askerler tarafından andıçlanıp işsiz kaldığı da. Ama
reklamın iyisi kötüsü olmaz; o, hep üstte kalmasını bildi, piyasasını hiç
eskitmedi, değerini hep yüksek tuttu, yaşam standardını hiç düşürmedi. Çünkü
memleketin sermayesinin de bizim de bu ultra liberal entelektüeline ihtiyacımız
vardı. Birand bize Avrupa’dan demokrasi getirecek, biz de onun sayesinde
demokrat olacak, bir AB üyesi olacak olan Türkiye’de keyif çatacaktık. Bu
uğurda Radikal gazetesini ikna etti; bu gazete her ay, onun editörlüğünde Kriter adlı bir AB dergisi çıkarttı.
Neyin kriteri? Elbette AB’nin kriterleri. Bize lazım olan kriterler AB’de diye.
Memleketin liberal entelektüelleri ilk zamanlar çokça
tartışmıştı Birand’dan ankırmen olur mu diye? Neden olmasın ki? İşte CNN
Türk’te başlayan spikerliği Kanal D’de yıllardır devam ediyor. Ankırmenlik ne
hacet?! O, ankırmenlerin süperi oldu, çünkü haberleri tane tane, çok samimi bir
tarzda, alabildiğine anlaşılır biçimde, haberin niteliğine göre değişen
inanılmaz acayip yüz ifadeleriyle okumuyor mu? Okuyor. O okudukça bizim de onun
okuduklarını okuyasımız geliyor: D-E-M-O-K-R-A-S-İ….. B-İ-R-A-N-D……. İ-L-E……….
G-E-L-E-C-E-E-K….. B-U………. M-E-M-L-E-K-E-T-E!
Birand, 1980 sonrası Özal ile çıkışa geçen önce
liberal, sonra neoliberal kültürün megafonlarından biri oldu. Köşe yazarlığı,
belgesel çekimi, spikerlik, 32. Gün haber programı gibi farklı mecralarda AB
tadında steril bir demokrasinin Türkiye’ye gelmesi için sağ politikacıların
ikna edilebileceğine inandırdı bizi. Ama Birand’ın sevmelere doyamadığı Özal,
Demirel, Çiller, Erdoğan gibi sağcı, milliyetçi-mukaddesatçı politikacılar
demokrasiyi sevmiyorlardı aslında. Çünkü demokrasi, kuvvetler ayrılığı, sol muhalefet,
aydın tavrı, öğrenci hareketi gibi “çıkıntılık” yapan momentleriyle “millet
iradesi”ni aksatıyordu sürekli olarak. Birand, sağcı liderlere “bu çıkıntılara
kafayı takmayın, AB yolunda ilerleyin; son istasyona varıldığında büyük
Türkiye’yi işte o zaman göreceğiz” deyip durdu. Dedi de ne oldu? Hiççç!
Birand’ın AB modeli steril demokrasi hülyası duvara tosladı sonunda. Örneğin AB
Bakanı Egemen Bağış, Avrupa’ya her
çıktığında AB ülkelerinin politikacılarını fena halde fırçalayıp durdu. Erdoğan
da, ‘kuvvetler ayrılığından sıkıldım’ dedi; MHP ve CHP, AB’yi iplemiyorlar
bile. Gelinen noktada liberal, neoliberal kalemler derin bir hayal kırıklığı
yaşıyorlar. Taraf’lı Ahmet Altan bile
“küstüm, oynamıyorum” dedi, roman(tik) köşesine çekildi. Onca hükümete destekler,
“yetmez ama evet”ler, “anti-Ergenekon haberler”e rağmen Altan ve şürekâsı ne
kadar da inanmıştı AKP ile memlekete reformist bir demokrasi geleceğine.
Birand, AKP’ye, milli iradenin tecellisi, reformist bir hükümet, ülkeyi AB’ye
götürecek tren diye ne kadar çok sevmiş, sevdirmeye çalışmıştı. Ama Birand daha
umudunu yitirmedi.
Altan kardeşler derin bir hayal kırıklığı
yaşayabilir, pes edebilirler ama Birand kaçın kurası? Rüzgâra karşı yelken
açacak birisi değil o. Rüzgâr nereden esiyorsa yelkenlerini o tarafa doğru açacak
esneklikte. O, TV programları ve gazetedeki köşesinde hala Müslüman muhafazakârlardan
demokrat çıkarabileceğine inanıyor. İnanıyor
ki, onlarla çok samimi, vallahi sevimli, işte yan yana, kardeş kardeş
programlar yapmaya, onlara arada bir “hadi söylesene, söylesene; Türkiye’ye
demokrasi gelecek değil mi?” demeye devam ediyor. Ya Birand mayası İslami
hamurda tutarsa! Birand’ın huyu bu. Memlekete İslam Cumhuriyeti gelebilir; hiç
önemli değil. Yeter ki o, porselenleri, rengârenk kol saatleri ve üzerine cuk
oturan takım elbisesiyle, asortik duruş ve konuşma sitiliyle bize her akşam
TV’den konuşsun dursun, belgeleseler çeksin, haber programlarıyla bizi yerimize
kilitlesin. Tam da böyle olsun. Olmalı çünkü onun kaderi, kariyeri üzerinden
çizilmiş. Allah onun yazgısını çizmiş: “TOP” KARİYER. O, kendinin büyük bir
adam olması gerektiğine kendisini o kadar inandırmış ki, bizim de inanmamızı
istiyor. Prens kontenjanından ekibe giren çırakları o kariyerin oluşması için
canla başla çalıştılar, çalışmaya hala devam ediyorlar. Çünkü onlar da
Birand’ın bu kariyerinden paylarına düşecek bir şeyler olacağını biliyorlardı.
İşte sevimli, butik, duyarlı, çok vicdanlı yazar Can Dündar, bizi yine ters
köşeye yatırdı. Yine “iyi bir iş” çıkardı. Birand’a dair yazdığı “güzelleme
biyografi”siyle, bu kitapla bizim bir kez daha Birand’ı, tanımamızın ötesinde,
sevmemizi istiyor. Sevelim, Can Dündar
istiyor diye Birand’ı sevelim. Sevelim çünkü ipin ucunda AB yollu demokrasi
var. Birand bir demokrasi neferi, çünkü prensi Can Dündar öyle diyor. Öyle diyorsa, öyledir.
|
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Erdoğan’ın besmelesi, Gezi’nin Twitter’ı: İyi de bu neyin nesi? - 06/07/2013 |
Erdoğan’ın besmelesi, Gezi’nin Twitter’ı: İyi de bu neyin nesi? |
Bir politik rönesans olarak Gezi - 29/06/2013 |
Bir politik Rönesans olarak Gezi |
Vehim - 22/06/2013 |
Vehim |
Taksim direnişinin içini boşaltma - 13/06/2013 |
Taksim direnişinin içini boşaltma |
Taksim Gezi Direnişi-Erken bir sosyolojik bilanço - 08/06/2013 |
Taksim Gezi Direnişi-Erken bir sosyolojik bilanço |
Kürtçe öğrenen Diyarbakır polisi - 15/03/2013 |
Kürtçe öğrenen Diyarbakır polisi |
Milli korkumuz matematik - 08/03/2013 |
Milli korkumuz matematik |
Öğretmenin sınıftaki özgürlüğü - 04/03/2013 |
Öğretmenin sınıftaki özgürlüğü |
Türkiye’de eğitim nasıl neoliberalleştirildi? - 22/02/2013 |
Türkiye’de eğitim nasıl neoliberalleştirildi? |
![]() |